Gelişmiş, kıdemli kapitalist ülkelerde 2008’den beri finansta patlayıp reel ekonomiyi yakmaya koyulan (ve “29 Krizi’nden daha feci” denen) kriz her geçen gün daha derinleşirken ‘‘Küreselleşme’’ denen olguyu, keza dinamiği ‘‘emperyalizm’’ ile karıştırıp yıllarca emperyalizmin adını bile anmadan fili tarif edercesine anlatmaya ve o arada bol bol atıp tutmaya bayılan bir kesim, son günlerde, ‘‘yaşasın küreselleşme bitiyor’’, ‘‘yaşasın Keynesizm geri geliyor’’, ‘‘biz dememiş miydik?’’ bayramı yapıyor!
Keyiflerine limon sıkmak gibi olacak ama ekonomist, hatta Marksist filan geçinip de ekonomiye astigmat gözlerle şaşı bakmak o kadar yaygın ve ciddi bir illet ve yapılan çıkarsamalar o kadar gerçeklerin kenarında ki bir eleştiri sağanağıyla karşılaşmayı da göze alıp bazı yalan yanlış ezberlenmiş, kalıplaşmış yargıları masaya yatırmak gereğini duyuyoruz. Küreselleşmeyi başladığında (kabaca 1990’larda iyice gözle görülür hale geldiğinde) anlamayanlar, şimdilerde belki biterken de yanlış algılamaya devam ediyorlar!
Günü doğru algılamak, kavramak için bazı temel hususların altını çizmek şart oldu:
– Küreselleşme: pazar ekonomisinin kendi dinamiği içinde ortaya çıkan bir olgudur. Şirketlerin, düşünce kuruluşlarının, emperyalist devletlerin ‘icat ettikleri’ bir fikir veya sahneledikleri bir büyük politika değildir.
– Buna karşılık şirketler, düşünce kuruluşları ve devletler bu dinamiği içine girip kendi çıkarları doğrultusunda yönetmek, yönlendirmek çabasındadırlar. Bu doğrultuda yeni söylemler, yeni jeopolitik doktrinler kotarmaktadırlar.
– Bazı ‘‘aydın’’ çevreler, kurulu düzen içinde kendilerine biçilmiş rollerine ve hiyerarşideki yerlerine uygun olarak emperyalist merkezlerden bağımlı ülkelere doğru yukarıdan aşağıya bir sıralama içinde bu güdümlü (gerçeklerin çarpıtıldığı) söylemleri yaymakta; sözgelimi artık ‘ulus-devletlerin gününün dolduğunu’’ vb. ileri sürmektedirler.
– Bunun karşısında ‘‘anti-küreselleşmeci’’ muhalif ‘‘aydın’’ bazı çevreler ise ne yazık ki yer yer âdetâ ‘‘ormanda unutulan asker’’ kafasıyla bu söylemlere ‘‘dünün gözlükleriyle bakarak’’ yanlış tavır almakta, dahası zaman zaman farkında bile olmadan çoğu Batılı merkezlerde üretilmiş güdümlü tezlerin taşıyıcılığını yapmakta, tartışmakta, güya karşı çıkmakta ama sonuçta onlar da ister istemez bu çarpık ‘küreselleşmeci / anti-küreselleşmeci’’ çatışmasında sahnedeki işlevlerini solcu solcu yerine getirmektedirler!
Bunun dünyadan ve Türkiye’den kişi ve mikro-çevre bazında örneklerini konuyla ilgili hemen herkes rahatça aklına getirebilir. Burada adlı adınca anmamız gerekmiyor. Şimdi olaya biraz daha yakın plandan bakalım:
– 1980’lerde uç verip 1990’larda gözle görülür hale gelen, 2000’lerde zirveye çıkan ve şimdilerde net bir şekilde teklemeye başlayan ‘‘küreselleşme’’ aslında ilk kez yaşanan bir olgu değil. İnsanlığın evrimi içinde gelişen ekonomik dinamiğin bir ürünü olarak ve bilinen, ulaşılabilen coğrafyayla sınırlı olarak daha önce de defalarca yaşanmış bir olgu ve aynı zamanda bir dinamik söz konusu. Ancak bu dinamik kendi yapısından kaynaklanan organik krizlerin ötesinde, ekonomik ve politik nedenlerle dinamiği yönetme/yönlendirme gücünü kendinde gören örgütlü birimlerin (büyük şirketler ve devletler) her türlü (siyasal, askerî, ekonomik, ideolojik, kültürel) müdahaleleriyle karşılaştığı için dönem dönem kesintiye uğramakta, dönem dönem de tam tersine hızlandırılmak istenmektedir.
– Modern Çağ’da bundan önceki küreselleşme Birinci Dünya (Emperyalist Paylaşım) Savaşı’nın ardından sona ermişti. 1929 Krizi’nin hemen öncesinde o zamanki büyük ekonomik ve siyasi güçlerce benimsenen ‘‘korumacılık’’ politikası, keza Hitler Almanya’sının adı konmamış Keynes’çi ekonomi uygulamaları ve 1950’lerden itibaren Keynes’çiliğin bütün kapitalist âlemin ekonomi reçetesi olması ve düşük yoğunluklu bir korumacılık izlenmesi, iç pazarlara öncelik verilmesi bu kesintiye bir örnektir.
– Ancak çok doğal olarak ve ekonominin (tarihin diyalektiğine, maddesine uygun) akışı içinde insan, şirket, devlet iradesinden bağımsız olarak 1970’lerin sonunda öyle bir aşamaya gelindi ki, bu kez, ‘‘açın sermayenin önünü’’ söylemi öne çıktı, Keynes ‘‘out’’ olurken Hayek ‘‘in’’ oldu. 1980 sonrası döneminin özelliği: artık azalan kâr haddi yasası uyarınca yeni kâr odakları arayışındaki sermayeye ulusal pazarların dar gelmesi ve gerek siyasetin, gerekse ekonomi hukukunun bu yeni gerçeklere, bu yeni gereksinimlere uyarlanması zorunluluğunun hayata geçirilmesidir.
– Bugün bu sürecin de, bir bakıma, sonuna gelinmiştir. Dünya, hemen hemen bir bütün olarak, çok kritik bir yeni sürecin eşiğindedir. Bu yeni sürecin şifrelerini çok iyi okumak, çok iyi anlamak, doğru tanılar koymak yaşamsal önemdedir. Ama ne yazık ki aralarında yerli/yabancı bazı ekonomistlerin de olduğu bir kesimin astigmat bakışıyla ekonomik verilere bakılmaya devam edilirse küreselleşmenin başında olduğu gibi sonunda da yanlışlar sürüp gider. Oysa böyle bir lüksümüz, hele Türkiye’nin yüz yüze olduğu ağır ekonomik, politik, jeopolitik tehdit ve tehlikeler; keza zengin imkân ve fırsatlar karşısında kesinlikle yoktur. Artık ne yönde olursa olsun yalanlar, yanlışlar ve saçmalıklarla kaybedecek zamanımız yoktur.
Bu noktada dünya ve Türkiye’nin bazı temel ekonomik verilerine ve o bağlamda Türkiye’nin konumuna, yukarda sergilediğimiz mantığın ışığında, bir miktar daha yakın plandan, IMF’nin resmi sitesinde yayımladığı ve ülkeler bazında dünya ekonomik sıralamasına ilişkin verilerden hareketle bir göz atalım. 1970’lerin dünyasını algılarken/yorumlarkenki kuramsal bakışımız ( o günler için doğru bile olsa) bugün eskidi. Şimdi 2012’deyiz ve bugünün dünyasını algılamak/yorumlamak için algılamamızı/yorumlamamızı güncellememiz şarttır. O zaman küreselleşme de daha iyi kavranacaktır. Dünya çapında ve bütün insanlık çapında bakınca kavranması gereken bazı çok önemli yeni olgular söz konusudur:
– ‘‘Kıdemli kapitalist devletler’’ (başta Avrupalı büyük güçler olmak üzere) dünya ölçeğindeki ekonomik egemen konumlarını hızlanan bir seyirde yitirmektedirler. IMF’in 2011 verilerine göre, Gayrı-safi Yurtiçi Hâsılaları (GSYH) itibariyle, ilk beşe Avrupa’dan bir tek Almanya ve beşinci sırada girebilmiştir. İlk dört devlet Avrupa kıtası dışındandır ve aralarında sadece birinci sıradaki ABD ile dördüncü sıradaki Japonya ‘kıdemli kapitalist’ devletlerdir. Diğer ikisi (ikinci Çin ve üçüncü Hindistan) ‘Yeni Yükselen Güçler’’ kategorisindedir ve pazar ekonomisinde gayet dinamik büyümeleri sayesinde küresel pazarlarda kıdemli kapitalist / emperyalist ülkeleri yerlerinden etmektedirler.
– Keza aynı sıralamada Rusya (altıncı) ve Brezilya (yedinci) İngiltere, Fransa ve İtalya’nın üstüne çıkmışlardır.
– Türkiye 1 trilyon 54 milyar dolarla trilyon dolarlık ülkeler liginin son sıradan da olsa içindedir (16. sıra).
– Pazar ekonomisini kullanmakta henüz çok yeni/genç, diri ülkeler (en başta kısaca BRIC – Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) kıdemli/ihtiyarlamış, hantallaşmış emperyalist ülkeleri dünya pazarlarında her geçen yıl daha zorlamaktadırlar.
– 19., 20. yy’larda (ve öncesinde de) küreselleşme o zamanın sömürgeci ve emperyalist güçleri (esas olarak İngiltere, Fransa, Almanya, ABD ve Japonya) yararına tek yanlı olarak işleyen bir dinamikti. Çünkü onların karşısında ‘‘dış pazar için üretim yapmalarının önü kesilmiş’’ birkaç feodal devlet ile âdetâ uçsuz bucaksız sömürge ülkeler vardı. Geçen zaman içinde koşullar değişti; dünün eski sömürgeleri (Hindistan) veya geç kalmış/geri bıraktırılmış ülkeleri (Çin, Rusya, Brezilya, Türkiye) pazar ekonomisinin yeni yükselen güçleri olarak dünya sahnesinde boy gösterince küreselleşme artık kıdemli kapitalist devletler lehine tek yanlı işleyen bir dinamik olmaktan çıkıp karşılıklı-etkileşimli (inter-aktif) bir süreç halini aldı. Bunun jeo-ekonomik sonuçlarından daha önemli ve etkili jeo-politik, stratejik sonuçları kaçınılmaz olarak meydana gelecektir ve zaten uç vermeye başlamıştır bile.
– Günümüzdeki küreselleşme sürecinde ekonomi kıdemli emperyalist (yaşlı kapitalist) ülkelerin aleyhine işlemektedir. Bunu görmek için sadece The Economist dergisinde yazılanları (dile getirilen şikâyetleri / verilen alarmları / “yeni yükselen güçler” hakkındaki dosyaları) okumak bile yeter – ama elbette astigmat gözlerle, gelişmelerin çok çok gerisinde kalmış bir kafayla değil.
Kısacası günümüz dünyasını 20.yy’da, Soğuk Savaş günlerindeki ezberler, politikalar, sloganlar doğrultusunda algılamak gerçekliğe ters düşmekten başka sonuç vermez. Her şeyden önce algımızı güncellemek gerekir. Dünyayı değiştirmek için ilkin dünyayı doğru yorumlamalıyız…
Nazım GÜVENÇ
USİAD Bildiren Dergisi 50. sayı