Öncelikle kıdemli kapitalist ülkeleri sarsan, sallayan finansal ve ekonomik kriz patladığı 2008 Eylülünden buyana ABD’den Avrupa’ya, özellikle de Avrupa Birliği ülkelerine sıçradı. Onlar arasında da en çok topluca “Euro bölgesi” denen 17 AB üyesinin katılmış bulunduğu coğrafya etkilendi. O kadar ki fiilen batmış fakat zorla, dış destekle su üstünde tutulmaya çalışılan Yunanistan’ın çare olarak yeniden kendi parası Drahmi’ye dönmeyi mi yoksa Euro’da kalmayı mı seçeceğinin Euro bölgesinin dağılmasını tetikleyip tetiklemeyeceği tartışılır oldu.
Bu ikilem, aslında, Yunanistan’ın yanı sıra Euro bölgesinin İspanya, Portekiz ve hattâ üçüncü büyük ekonomisi konumundaki İtalya gibi üyeleri için de gitgide öne çıkan, ağırlık kazanan bir tartışma konusu. Bir başka deyişle, döviz olarak Euro ve onu ortak para birimi olarak kullanan 17 Avrupa Birliği üyesi ülkenin meydana getirdiği Euro bölgesinin geleceği günümüzün “en sıcak” kriz gündemi maddelerinden biri.
Bu krizi derinleştiren ve bir “dağılma” / “bölünme” ve dolayısıyla da bir “dibe çakılma” perspektiflerini ciddi olarak akla getiren olgu Euro bölgesi ülkeleri arasında (ve elbette dışında kalan diğer 10 üye ülkeyi de kapsar şekilde Avrupa Birliği içinde) bir çözüm planı / politikası / reçetesi / stratejisi üzerinde uzlaşma olmayışı.
17 EURO BÖLGESİ ÜYESİ DEVLET
Almanya, Avusturya, Belçika, Estonya, Finlandiya, Fransa, Kıbrıs Rum Devleti, Hollanda, İrlanda, İtalya, İspanya, Lüksemburg, Malta, Portekiz, Slovakya, Slovenya, Yunanistan.
Monako, San Marino ve Vatikan devletleri AB üyesi olmadıkları halde Euro’yu kendi resmi paraları olarak kullanma anlaşması imzaladılar.
Andorra, Kosova ve Karadağ da fiilen Euro’yu kendi para birimleri olarak kullanıyor.
Neden böyle oldu ve gidişat ne yönde? Bu yazıda bunu inceleyeceğiz. İlkin Euro bölgesini sarsan krizin ekonomik nedenleri üzerinde duracağız; sonra gidişin yönünü belirleyecek ekonomik ve politik etkenleri gözden geçireceğiz.
NEDEN BÖYLE OLDU?
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin 1992’de “tek pazar” sistemine geçmelerinin ardından 1999’da da bazılarının “ortak para birimi” olarak Euro’yu devreye sokmaları Avrupa Birleşik Devletleri / Avrupa Federasyonu ülküsü doğrultusunda atılmış “en önemli adım” olarak değerlendirilmişti. Bu yönde bir viraj daha dönülmüştü. Büyük çoğunluğun eğilimi, egemen hava: iyimserlikti.
Bunun başlıca ayrısı İngiltere (Birleşik Krallık) idi. İngiltere aslında kıta Avrupa’sına katıldığı için bile içi pek rahat değildi. Sterlin’i bırakıp Euro’yu kendi para birimi olarak kabul etmek ise ona asla kabul edilemez bir serüven gibi geliyordu. Elbette İngiltere’nin bu tavrında ekonomik nedenlerden ziyade devlet ve irade bağımsızlığı olarak kendi egemenliğine düşkünlüğü gibi siyasal tercihler belirleyici idi. Avrupa Birliği içine üye olarak katılmayı bile “dinamiğin içinde yer almak” stratejik tercihiyle kabullenmiş, bununla birlikte üyeliğini bir dizi kayıt şarta, farklılığının kabul edilmesine bağlamıştı. Zaten Avrupa’nın geleceğine ilişkin stratejik ülküsü de Birlik/Federasyon değil, bağımsız devletlerin Konfederasyonu şeklindeydi ve bunu yeri geldikçe vurgulamakta (hükümette ister Muhafazakâr Parti olsun, isterse İşçi Partisi) hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Sterlin’de kalmakta ısrarı da bu tavrının bir parçası olarak siyasal kökenliydi. Ancak ekonomik açıdan bakınca da Euro’nun geleceğine açıkçası pek güvenmiyordu.
Bu açıdan bakınca, 2000’lerin başındaki egemen neo-liberal ekonomik anlayış ortamında sesleri ön planda duyulmasa da yine tamamen ekonomik gerekçelerle kuşku belirtenler, dahası ortak para alanı olarak Euro bölgesinin ve giderek Avrupa Birliği’nin uzun vadede sürdürülebileceğine güvenemeyenler, ikna olmayanlar İngiltere, hattâ AB dışında da vardı.
BAŞTAN BERİ DENGESİ BOZUK BÖLGE
Bu satırların yazarı da aralarında olmak üzere, bu düşüncede olanların başlıca tezleri Euro Bölgesi “kararı”nın öncelikle ekonominin, finansın onu doğal bir şekilde yâni kendi dinamiği içinde dayatmasının sonucu değil de; bu “sonuç”u siyasal bir kararla “ön-alarak” (siyasal bir inisiyatifle) bir an önce gerçekleşmesini sağlamak üzere atılmış bir adım olması idi – ki, bunun böyle olduğunu kararı alanların kendileri de itiraf etmekten kaçınmamışlardı.
Euro’yu 1 Ocak 1999’da ortak para birimi olarak kabul eden ve Euro Bölgesi’ni oluşturan ilk 11 ülke, burada her birinin o tarihteki ekonomik – finansal durumunun ayrıntısına girmeden belirtelim ki gerçekte, bu anlamda, hiç de tutarlı / dengeli bir topluluk, bir grup manzarasına sahip değillerdi. Bir başka deyişle, örnek olsun, bir İtalya’nın – ki Gayrısafi Yurtiçi Hasıla performansıyla Almanya ve Fransa’nın ardından üçüncü büyük ekonomik güç konumunda bulunuyor, kamu borcu AB’nin benimsemiş olduğu finansal ölçütlere çok aykırı idi. Yine her birinin ekonomisi, finansal durumu şu veya bu yanlarıyla az / çok illetliydi. Kısacası aslında salt sağlıklı bir ekonomi, finans gözüyle bakınca her yanı ayrı oynayan bir yapıda ortak para biriminin öncelikle ve özellikle zayıf yanları fazla olan üyeleri hayli zorlayıcı bir “cendere” rolü oynayacağı eşyanın doğasına uygundu.
EKONOMİNİN EZELİ YASASI
Hemen ekleyelim ki bu gerçek üye olan ülkelerin yöneticilerinin, uzmanlarının aslında bilmedikleri bir şey değildi. Şu var ki, her ülke ortak para birimi olarak Euro’yu kullanmayı tam da kendi dertlerine çare olarak öngörüyordu. Bu arada ekonomilerini ve finansal durumlarını üç yıl içinde düzeltmek vaadi verirlerken, özellikle bölgenin güney ülkeleri bu ortaklıkta kendi yüklerini diğerleri ile paylaşarak yani fiilen başta Almanya ve Hollanda olmak üzere daha sağlıklı görünen diğerlerinin üzerine yıkmak gibi bir art niyet de taşımıyor değillerdi. Hele 2001’de Yunanistan’ın iğreti ekonomisiyle Euro bölgesine kapağı atma heyecanının derininde siyaseten “Avrupa şemsiyesi”nin altına yerleşmekten sonra bir de Avrupa’nın “finans şemsiyesi”nin altına girme ve diğerlerinin sırtından yan gelip yatma art hesabı da vardı.
Euro bölgesini tasarımlayan Almanya ve Fransa ise diğerlerini daha rahat kullanabilmenin, denetleyebilmenin ve daha büyük bir siyasal etkileme gücü edinmenin hayalini kuruyorlardı. Tüm tarafların unuttukları bir “yasa” vardı oysa:
Ekonominin gerçeği (maddesi) finansın spekülatif diyalektiğinden (balon gibi şişirilmiş gayrı-menkul fiyatları; çevrilebilir olmaktan çıkma eğilimde “saadet zinciri”ne dönüşmüş menkul yatırım piyasaları …) er geç öcünü alır yani ekonominin maddi ayakları artık taşınmaz olan finans balonunun ağırlığını / yükünü taşımaz olur, sırtından atar. Buna isterseniz taşıyamaz hale gelir ve çöker de diyebilirsiniz. Yerine göre / kiminde biri, yerine göre / kiminde diğeri…
KRİZ TOHUMLARI 20 YIL ÖNCE EKİLDİ
Hiçbir büyük kriz -hele şimdiki gibisi- patlama noktasına gelinceye dek son birkaç yılın eseri değildir. Çok daha uzun sürede, derindeki kriz yapıcı etkenlerin birikmeye koyulmasıyla oluşur ve “taşma” noktasına varıncaya dek hayli uzun yıllar geçer. Bu süreçte kriz belirtileri tek tük ve kopuk kopuk orada burada, şu ülkede bu sektörde kendini belli de eder, yüzeye vurur. O sıralarda, akılcı müdahalelerle, biriken krizin önünü kesmek mümkün olabilir. Ama bunun yerine yâni ekonominin gerçeği ile uzlaşmak ve belli ölçülerde ekonomik akla uymak yerine finansal kurnazlıklarla durumu idare etmek, günü kurtarmak ve sorunun çözümünü gelecekte bir güne ertelemek tercih edilirse, hem çözüm, krizin patlaması uzadığı sürece (yani kriz etkenleri daha çok biriktikçe) o oranda zorlaşır hem de bedeli ve yol açtığı yıkım çok çok daha ağırlaşır.
Nitekim bugün olan odur. Euro Bölgesi -bir daha belirtelim- 1 Ocak 1999’da kuruldu. Daha o tarihte üyelerinin çoğunun ciddi yapısal ve finansal sıkıntıları, sorunları vardı. Çünkü 1980’lerin sonunda “Keynes devri”nin kapanıp “Hayek devri”nin (kamuoyunda daha ziyade Milton Friedman adı öne çıkmıştır medyada) açılmasıyla başlayan neo-liberal dalganın ilk sıralardaki “düzeltici” etkilerinin ardından başka “bozucu” etkileri uç vermeye başlamıştı. Aldırılmadı. Ekonomik akla değil, siyasal hesaba dayanarak bu “ortak para” sistemi uygun zamanından önce 11 AB üyesi devletçe kuruldu. 2 yıl sonra, var olan 11 üye ülkenin ekonomik ve finansal sıkıntılarında ciddi bir iyileşme olmadığı, tam tersine bazılarının sıkıntıları daha da arttığı halde Yunanistan da bu bölgeye buyur edildi! Yunanistan’ın verdiği bilgiler ilk bakışta sorunlu lakin baş edilebilir bir ekonomi ve finans tablosu ortaya koyuyordu. 2009’da hakikat anlaşıldı: Atina ve çeşitli “bağımsız denetleme kuruluşları” şike yapmıştı! Rapor ettikleri durumun yansıttığından çok daha ağır sorunlu bir yapı söz konusuydu!
Bu yetmiyormuş gibi, 2007 – 2011 arasında 5 küçük ve zayıf ekonomi / ülke daha “kulübe” (pardon, “bölgeye” demek istemiştim) kabul edildi: Slovenya (2007), Kıbrıs Rum kesimi ve Malta (2008), Slovakya (2009), Estonya (2011).
VARILAN NOKTA
Düşünün ki Büyük Kriz (1929 Krizi’ne eşdeğer tutulan ve gerçekten de öyle olan) 2008 Eylülünde ABD’de finansal balon patlamasıyla kıdemli kapitalist devletleri sallamaya başlamıştı. 2009’da kriz Avrupa’ya sıçradı ve kısa zamanda, doğal olarak, finansal kesimden “reel” (gerçek) ekonomiye uzandı. Euro bölgesini yeni üyelerle daha genişletmenin arkasındaki mantık şu: Euro’nun ortak para birimi olarak dolaşım alanını genişleterek üzerindeki baskının kalınlığını azaltmak; çözümü zamana, yükü de mekâna [uzama] yaymak. Katılanlar açısından mantığı ise: krizin zorlukları ile daha rahat (= destek almak umuduyla) baş etmek üzere güvenli bir liman gibi gördükleri bölgeye sığınmak.
Geçen 13 yıl içinde Euro üyesi ülkelerin ekonomik ve finansal açıdan gelişim seyirlerine bakıldığında Euro’nun ortak para birim olarak kabul edilmesinin sadece Almanya’ya yaradığı gözlemlenmektedir. Çünkü Euro’nun döviz kuru olarak değeri ulusal paraların kaldırılışı sırasında alman markı esas alınarak belirlenmiştir. Böylece hele tek pazar koşullarında Euro olarak fiyatların belirlenmesinde diğer ülkelerin mal ve hizmetlerinin pahalanması Alman sanayisinin dış ticarette rekabet edebilirliğini güçlendirmiştir. Buna karşılık, Almanya ve kısmen Hollanda dışında, Fransa dahil diğer Euro bölgesi ülkeleri kendi ulusal paralarını kullanıyor olsalar devalüasyon yaparak rekabet edebilirliklerini takviye etmek gibi önemli bir müdahale olanağından yoksun kalmışlardır.
Euro’nun ABD Dolarının zayıflığı karşısında küresel düzeyde ona tam anlamıyla bir alternatif değilse de özellikle AB üyesi ülkelerin kendi aralarında ve dünyanın pek çok yeri ile alış verişte ödeme aracı olarak kullanılması (uzaktan ve alttan alta ABD’nin de ön ayak olmasıyla) aslında hakiki bir değeri temsil etmeyen Dolar’ın yanında Euro’nun döviz olarak daha değerlenmesine neden olmuştur. Bu da Euro’nun döviz kuru olarak değerini Dolar’a kıyasla arttırırken Euro bölgesi ülkelerinin birçok sektörde işini zorlaştırmış, maliyetleri yükselterek rekabet gücünü zayıflatmıştır. Bir başka deyişle, asıl derindeki hastalığı yâni reel ekonominin finansal cambazlıklarla, oyunlarla, spekülasyonlarla, borçla aşılmaya çalışılan yapısal bozukluğunu büsbütün ağırlaştıran, yeniden yapılanmanın bedelini de, yapılabilirliğin zorluğunu da büsbütün arttıran bir rol oynamıştır.
Bugünden geriye doğru bakınca, ortak para birimi olarak Euro’nun kabulünün ve özellikle de, bunun, ekonomik ve finansal yapıları, hukukları, kültürleri, alışkanlıkları arasında çok büyük ve ciddi farklılıklar bulunan çok sayıda ülkeyi biraraya getirerek yapılmasının; aslında, hep birlikte elbirliğiyle, karşılıklı destekle bir çözüm ve sorunları ortak bir siyasal irade ve disiplinle aşma yolu yaratmamış / yaratamamış olduğunu kavramak ve dürüstçe, nesnel bir biçimde teslim etmek gerekmektedir. Belki ekonomik ve finansal yapıları, rekabet güçleri, zihniyetleri arasında önemli düzeyde uyum ve denge bulunan birkaç ülke arasında ortak para birliği sistemi benimsense ve zaman içinde diğer AB üyesi ülkelerin de önce ekonomilerini sağlıklı bir yapıya kavuşturmalarının ardından Euro ortak para bölgesine katılmaları mümkün kılınsaydı, kuşkusuz, bugün karşımızda karanlık değil herhalde aydınlık bir manzara, güçlü sayılabilecek bir ekonomik bilanço olurdu.
SORUNU ÇEVREYE YAYMA, GÜNÜ KURTARMA TUTUMU
Ne var ki ekonomi gerçeğinin ve ekonomik aklın gerektirdiği bu yol aynı düzey ve değerde bir de politik akıl gerektiriyordu – o yoktu! Onun yerine cins cins finansal ve politik kurnazlık vardı! AB ve Euro bölgesi içinde ilk düşen İrlanda’da, sonra Portekiz’de, sonra Yunanistan’da ve Kıbrıs Rum kesiminde; şimdilerde hangisi daha önce düşecek diye bahis oynanan İspanya ve İtalya’da; sıralarını bekleyen Belçika, Avusturya ve Fransa’da … aynı kurnazlığın değişik sürümleri sahneleniyor/du.
Kısaca özetleyecek olursak, bu adı geçen ülkeler başta olmak üzere çoğunluğun iktidardaki siyasal iradesi öncelikle finans oligarşisini (en başta da bankaları) aslında krizin bir numaralı failleri oldukları halde, kurtarmak (= birkaç kuruluşun batmasına göz yumarak lakin hiçbir sermayedarından ve üst yöneticisinden hesap sormadan; krizin kurbanlarının tersine servetini yitirmesine yol açmadan); bu operasyonların yükünü çeşitli oranlarda finans oligarşisinin dışındaki her kesimden insanın, kuruluşun sırtına yıkarak en azından “günü kurtarma” hedefi doğrultusundaydı. Bu bedeli demokratik seçimlerin yapıldığı siyasal bir ortamda halka ödeterek iktidarda kalmak / bir daha seçilmek mümkün olmadığı için (aynen 2002’de Türkiye’de DSP, MHP, ANAP, DYP gibi partilerin başına geldiği şekilde – nitekim İspanya’da da Sosyalist Parti seçimlerde hezimete uğradı) İtalya ve Yunanistan gibi en kritik durumdaki ülkelerde ülke dışından gelen iradeyle “teknotratlar hükümeti” kurulması sağlandı (Türkiye’de 2001 krizinde yürürlüğe konan Kemal Derviş operasyonunun bir başka sürümü).
Ne var ki “kurnazlık”, asıl sorunu çözmek yerine çevresinden dolanıp geçmek tercihi henüz / hâlâ sürüyor. Bunun aldığı biçimler: bankaların batmasını önlemek üzere 3 yıl vadeli olmak kaydıyla yüksek borçlanma izni vermek; Avrupa Merkez Bankası ve IMF üzerinden borç olarak sermaye takviyesi yapmak; bankaların zararlarını devletleştirmek; faizlerin daha önce görülmedik düzeylere tırmanması; çalışanların, emeklilerin ücretlerini kısmak; sağlık ve benzeri sosyal yardım harcamalarında devletin katkısını kısmak veya tamamen kaldırmak; vb. Bu arada reel ekonomide de işten çıkartmalar, yeni işçi almaktan kaçınmak; ücret ve maaşlara zam, prim, ikramiye, fazla mesai gibi “lükslere” son vermek, vb. yayılıyor, yaygınlaşıyor. İşyerini, üretimi işçilik maliyetinin, vergilerin düşük olduğu ülkelere taşımak; iflas bayrağını çekip piyasadan çekilmek; bir başka şirketle birleşerek güçlenmeye çalışmak; daha güçlü bir şirkete satılmak, vb.
Oysa bunlar aslında hemen hep “sonuç” kapsamında olan şeyler. Derindeki “gerçek” ve bunun gerektirdiği “dönüşüm”ü gerçekleştirecek “yeniden yapılanma” ise gündeme alınmak şöyle dursun doğru dürüst dile getirilmiyor, ele alınmıyor, üzerinde çalışılmıyor, tartışılmıyor bile. Bildiğimiz, izleyebildiğimiz kadarıyla, siyasal yelpazenin en sağdan en sola uzanan çeşitli mevzilerinde üslenmiş belli başlı partiler bu anlamda “güncellenmiş” / “yeni” söylemler geliştirmekten, çözüm önerileri, formülleri ortaya atmaktan uzak bir şekilde eski, bildik ve birçok bakımdan “günü geçmiş” ezberleri ısıtıp yeniden servis etme çabasındalar… Bu, başlı başına ayrıca ele alınmayı, işlenmeyi gerektiren bir konu – Türkiye’de de, Türkiye için de…
ÇÖZÜM”DE YİNE KURNAZLIKTA ISRAR!
Öte yandan, bir başka düzlemdeki “kurnazlık” da siyasal art niyetlerde kendini gösteriyor: Çoğunluğu oluşturan tarafın yaklaşımı sorunun yükünü de, çözümün yükünü de görece güçlü durumdaki ülkelere taşı(t)mak. En azından onlarla paylaşmak. Bunun ambalajlandığı formül: ortak “Euro bonosu” çıkartmak. Bu bonoların, borçlarını ödeyemeyecek durumda olanlara “oksijen tüpü” işlevi görmesini sağlamak. Doğal olarak bu yolla alacaklıların da kurtarılması öngörülüyor aynı zamanda. Bu talebin öncü ve önder savunucusu Fransa. Sağcı Sarkozy gitti, sosyalist Hollande geldi, bir şey değişmedi!
Doğal olarak yükün öncelikle taşıtılmak istendiği ülke olan Almanya (Hıristiyan- Demokrat’ı da, Sosyal-Demokrat’ı da) bu “uyanıklığa” karşılar – en çok alacaklı olan ve bu anlamda riski yüksek Alman bankaları olduğu halde. Çünkü hem kendilerini “enayi” yerine konmuş gibi hissetmek; bu bedeli kendi vergi yükümlülerinin sırtına yükleyerek siyasal geleceklerini tehlikeye atmak istemedikleri gibi sanılanın, pompalanan imajın tersine Almanya’nın gerçek ekonomik gücü hiç de kendisinden beklenen performansı göstermeye yetecek düzeyde değil. Gerçekten de Almanya ve Hollanda diğer Euro bölgesi üyelerinden ekonomik olarak hayli güçlü olsalar da zaafları göz ardı edilebilecek düzeyde sayılmazl. Finlandiya’nın ise gücü ancak kendini ayakta tutacak kadar olmasının yanında hiç de başkalarıyla (özellikle de Yunanistan, İtalya, İspanya gibi toplumlarını “müsrif, tembel, dalgacı” gibi sıfatlarla andığı güney Avrupa ülkelerinin “hak etmedikleri” gerekçesiyle) “dayanışma” göstermeye niyeti kesinlikle yok ve bunu da hiç saklamadan, liderler zirvesi toplantıları da dahil her ortamda dile getiriyorlar.
SONUÇ
Bu durumda Avrupa’da bugün ırkçısından anarşistine uzanan bir geniş yelpazede bildik tarzda her türlü lider bozuntusu var da gerçek anlamda lider(ler) ve az / çok gerçekçi, 21. Yüzyıl’ın gerçeklerine uygun öncü, devrimci dönüşümler öngören “Yeni Vizyon” sahibi beyinler (ben izleyememişsem bağışlasınlar), siyasal öncüler henüz / hâlâ yok.
Hal böylece olunca, Euro’nun ve Euro bölgesinin hem de yakın geleceğine ilişkin olarak ciddi alarm seslerinin, hem de IMF Başkanı Christine Lagarde gibi, George Soros gibi finans oligarşisinin en önde gelen temsilcilerinden yükselmesi ve açık açık “çöküşten önce ciddi anlamda son bir şeyler yapmak için anca bu Eylül’e kadar zaman var” demeleri ve bunu bu Haziran ayı içinde resmen dile getirmiş olmaları anlamlıdır.
Bizim bu perspektif öngörüsüne katılmanın yanında ekleyebileceğimiz tek şey: bir dilek olarak değil de, bilimsel bir incelemenin / analizin mutlaka gerektirdiği serinkanlılık ve nesnellikle ulaştığımıza güvendiğimiz bir yargının / kanaatin dile getirilişi olarak önümüzdeki 2 ayda bir “mucize” olamayacağıdır.
Nazım Güvenç
USİAD Bildiren Dergisi 51. sayı
Dergiyi okumak için tıklayınız