Ekonomist Bartu Soral: “Ekonomide Bedel Ödeme Zamanı Geldi, Yeni Mortgage Krizi Kapıda!”
“Önlem zamanında alınmadı. Şimdi artık bir bedel ödenecek. Bu bedeli vatandaş ödeyecek. Düzeltmenin zamana yayılması ani bir şoktan daha tercih edilir bir durum. Dikkatli bir denge politikası ile yapılabilir.
Hem uluslararası finans piyasalarını çok ürkütmeyeceksin, hem kontrollü bir düzeltmeyi yönetirken hem de gelecek yılların güçlü Türkiyesi için yaptığın planlamayı uygulamaya koyacaksın. Bu gerek uluslararası finans piyasaları, gerekse ülke içindeki sınıflarla asgari müşterekte anlaşmayı sağlayarak bir denge politikası içinde yapılabilir. Türkiye’nin mevcut durumunun kazasız belasız atlatılması böyle mümkün olur.”
Türk ekonomisi zor günler geçiriyor. Doların 2 TL’nin üzerine yükselmesi, borsanın düşüşü, faizlerin çift haneleri görmesiyle birlikte bütün çevrelerde büyük bir ekonomik krizin yakın olduğu dillendiriliyor. Biz de ekonomide yaşanan bu gelişmeleri konunun uzmanı bir isimle, Birleşmiş Milletler eski Kalkınma Programı Müdürü, Ekonomist Bartu Soral’la konuştuk.
Doların 2 TL’ye yükselmesi, borsanın düşüşü, faizlerin çift hanelerde oluşu, bir bütün olarak bu tabloyu nasıl yorumluyorsunuz? Kıyamet mi kopuyor ekonomide?
Türkiye’de ekonomiyi anlamak için döviz kurlarını yakından incelemek lazım. 1994, 2001 ve 2008’de yaşadığımız krizlerin ortak bir yönü var. Şimdi bakınız 2002 yılında dolar 1.41 TL idi. O günden bugüne kadar yurt içinde ve hatta yurt dışında her şeyin fiyatı arttı. Ama nasıl olduysa doların fiyatı bu zaman içinde hemen hiç artmadı hatta bazı yıllar ucuzladı. Mesela 2002 yılında 1.41 TL olan doların fiyatı, 2005 yılı sonunda 1.35 TL’ye gerilemiş. Halbuki bu dört yıl içinde yıllık enflasyon ortalaması yüzde 9. Yani fiyatlar Türkiye’de ortalama yıllık yüzde 9 artarken doların fiyatı ucuzluyor. Devam eden dönemde de durum farklı değil. 2008 Ocak ayında dolar 1.14TL’ye gerilemişti. Krizle beraber bir düzelme yaşandı ama kısa sürdü. 2010 yılını ise dolar 1.54’ten tamamladı.
Türkiye’de her yıl enflasyon hızı ortalama yüzde 9 olurken gerek doların, gerek avronun fiyatı suni olarak değerli kalıyor. Bir ara bilgi vereyim: 2003 Mart ayında 100 olan Üretici Fiyatları Endeksi (ÜFE) 2013 Mart ayı itibari ile 210 oldu. Buna karşılık dolar fiyatı endeksi 140 civarında. Arada ciddi bir fark var. 2002 yılından beri dolar ve avronun fiyatı hiç olmaması gerektiği kadar değerli kaldı.
Hatırlarsınız 2001 krizine sabit kur rejimi ile girdik. Yani dövizin fiyatını devlet belirliyordu. Büyüklerimiz bu uygulamanın döviz fiyatlarını suni olarak değerli kıldığını, bunun da krize yol açtığını söylediler. IMF’deki büyüklerimiz de bize 2001 krizi sonrası dalgalı kura geçmemizi tavsiye etti. Dalgalı kurda döviz fiyatları gerçek değerini bulacak, suni bir değerleme olmayacak, kur hakettiği yerde olacaktı. Kurlar rekabetçi ve gerçek değerinde seyredecekti. Biz de büyüklerimize inandık. Ama arkada kalan 12 yıl durumun çok farklı olduğunu bize gösteriyor.
Şimdi biliyorsunuz Amerika ve Avrupa krizden çıkabilmek için piyasalara devamlı para akıtıyor. Para bollaşsın ki faizler düşsün, tüketici borçlansın, tekrar tüketmeye başlasın istiyorlar. Dört yıldır bu politikayı uyguluyorlar. Şimdi bu Mayıs ayında Amerika Merkez Bankası Başkanı piyasaya her ay verdikleri 85 milyar doları 2014’ten sonra vermeyebileceklerini söyledi. Bizde de kıyamet ondan sonra koptu. Borsa endeksimiz 90 bin seviyesinden 68 bin seviyesine gerilerken faizler yüzde 5 seviyesinden yüzde 10 seviyesine tırmandı, yani bir misli arttı. Dövizin fiyatı da yaklaşık yüzde 13 oranında arttı.
“DEPRESSİON’ YAŞIYORUZ”
Türkiye’de bir develüasyon yaşandı o zaman…
Dalgalı kurda devalüasyon değil ama “depression” diyoruz. Evet, çok sınırlı olarak yaşandı. Halbuki veriler bize kurlarda çok daha ciddi bir düzeltmenin olması gerektiğini söylüyor.
Sizce neden böyle bir sonuç doğuyor?
Nedenini açıklamaya çalışayım. Bir ülkenin parasının bizdeki gibi değer kazanabilmesi veya değerini koruyabilmesi için, birincisi döviz açığı yani cari açığının olmaması, ikincisi bütçe performansının güçlü olması ve üçüncü olarak da enflasyon derdinin olmaması lazım. Halbuki bizim çok ciddi oranda bir döviz açığımız yani cari açığımız var.
2010 ve 2011 yıllarında milli gelirimizin yaklaşık yüzde 10’u civarında bir döviz açığı verdik. Şu anda yıllık yaklaşık 65 milyar dolar döviz açığımız var. Bütçemiz açık veriyor ve yıllık fiyat artışlarını aşağıya çektik ama hala yüzde 8 civarında bir enflasyon var. 2002 yılından bugüne kadar fiyatlar yaklaşık yüzde 130 oranında arttı. Ama aynı dönemde doların fiyatındaki artış çok sınırlı kaldı. Bütün bunlara ek olarak bizim bir de borç sorunumuz var. Dış ticaret açığından ötürü dış borcumuz devamlı büyüyor. Borcu kapatmak için yeni borç alıyoruz. Önümüzdeki 12 ay ödemesi gelen dış borcumuz 170 milyar dolar. Yani bizim bu 170 milyar dolar borcu ödemek için yine dışarıdan o kadar para bulmamız lazım.
Bütün bu olumsuz tabloya rağmen Türk Lirası nasıl güçlü kalabiliyor?
Çünkü, yurtdışından para girişi devam ediyor. E ne güzel demek ki biz İsviçre falan gibi zengin bir ülke olmuşuz. Herkes bize güvenip parasını getiriyor. Ülkemize döviz getirip fabrika kuruyor, yeni üretim imkanları açıyor. Bizi yeni teknolojilerle buluşturup, üretimdeki verimliliğimizi arttırıyor.
Maalesef hiçbirisi gerçeği yansıtmıyor. Bu sorunun tek bir cevabı var, o da “yüksek reel faiz” ve “vergi avantajları”dır. Şimdi biliyorsunuz ekonomide arz talep kanunu var. Bir malın fiyatının sabit kalması için piyasaya talep kadar mal çıkması gerekir. Basitleştirerek anlatayım: İnsanların 100 pantolon ihtiyacı var. Piyasada 100 pantolon varsa fiyat değişmez. Piyasadaki pantolon sayısı 100’den 150’ye çıkarsa pantolon fiyatı ucuzlar. Çünkü talep 100, arz ise 150’dir. Tersi olur, piyasaya 50 pantolon çıkarsa fiyatı artar. Ama yerli pantolon üreticisi piyasaya 50 pantolon sürerken, yurtdışından da 100 pantolon ithal ederler ve böylece piyasaya 150 pantolon çıkarsa pantolon fiyatı düşer. İşte bizim döviz hesabı da böyle. Yurt dışından döviz girişi oldukça bizim Türk Lirası aşırı değerli kalıyor, gerçek yerine oturmuyor. Bizim döviz üretimimiz (ihracattan, turizmden, taşımadan, müteahhitlerden gelen döviz) talebi karşılamıyor. İnsanlarımızın döviz talebi, kendi döviz üretimimizden 60-65 milyar dolar fazla. Çünkü, ithalatımız fazla. Biz bu parayı yurtdışından bulacağız. İşte bu parayı bulmak için ister borç olsun, ister bizim borsaya gelsin, ister devlet tahvili alsın, nasıl olursa olsun gelsin diyoruz.
Peki, biz döviz girişinde devamlılığı nasıl başarıyoruz?
Bunu iki yolla başarıyoruz; bir yüksek reel kazanç sunuyoruz, iki bu kazançtan hiç vergi almıyoruz. Bakınız bir örnekle anlatmaya çalışayım. Bir yabancı fon 2012 yılı başında Türkiye’ye 1 milyon dolar getirdi. 1 Ocak tarihindeki dolar kuru olan 1.78 TL’den bozdurdu ve 1 milyon 780 bin TL’si oldu. Bu parayla gitti yıllık faizi yaklaşık yüzde 12 olan devlet tahvili aldı. Bir yıl boyunca parası devlet tahvilinde kaldı ve sene sonunda 214 bin lira faiz kazancı elde etti. Devletimize bu 214 bin liralık faiz kazancı için ne kadar vergi ödeyeceğini sordu, devletimiz yüzde sıfır cevabını verdi. Yani yabancıların faiz ve borsa kazançlarından hiç vergi almadığımız için yabancı yatırımcı bu kazancına hiç vergi ödemedi. Bir sene sonunda ana para olan 1 milyon 780 bin TL üstüne 214 bin lira faiz kazancı ile beraber toplam 1 milyon 995 bin TL’si oldu. Bu para ile tekrar dolar alıp ülkesine dönmeye karar verdi. Sene sonunda dolar kuruna baktı. Kur hiç değişmemişti. 1 dolar=1.78TL olarak kalmıştı. Çok sevindi. Çünkü, aynı yıl Türkiye’de enflasyon yaklaşık yüzde 10 olmuştu. Yani paranın alım gücü yüzde 10 düşmüştü. Ama dolar fiyatı hiç değişmemişti.
Yabancı fon eldeki parasını 1.78 TL’den dolara çevirince 1 milyon 120 bin dolar elde etti. Yani bir yıllık net kârı 120 bin dolar oldu. Hem de vergisiz. Yabancı yatırımcı enflasyondan hiç etkilenmedi. Hâlbuki bu yatırımcı yerli bir yatırımcı olsa ve yatırımlarını Türk Lirası olarak yapıyor olsaydı o sene parası yüzde 10 oranında eriyecekti.
İşte aldatmaca burada. Reel faizler, biliyorsunuz piyasadaki nominal faizler eksi enflasyon oranı olarak hesaplanır. Yani piyasada faizler yüzde 10 ve enflasyonda yüzde 10 ise reel faiz yüzde 0 (sıfır) demektir. Ama bu yerli yatırımcı için söz konusu. Çünkü ülkeye döviz girişi oldukça döviz fiyatı sabit kalıyor hatta bazı yıllar ucuzluyor ve dolar olarak ülkeye gelen sene sonunda enflasyondan hiç etkilenmeden büyük bir kazanç elde edip dönüyor. Yani Türkiye’de nominal faiz oranı yabancı yatırımcı açısından bazı yıllar reel faiz bazı yıllar daha bile fazlası anlamına geliyor.
Bu durum son 10 yıla mı ait?
Hayır, değil. Bakınız 1994, 2001 ve 2009 krizlerinin tamamına Türkiye ciddi bir cari açıkla girdi. Yani kriz öncesi cari açık ciddi oranlara yükselmişti. Buna paralel olarak 1994 ve 2001 krizleri öncesi Türk Lirası aşırı değerliydi, öyle ki bu krizlerin hemen ardından paramız yüzde 30-40 oranında devalüe edildi. Bu krizler sonrası paranın devalüe edilmesi ile birlikte ihracatımız süratle artarken, ithalat geriliyor ve böylece cari açığımız da düşüyor. 2009 krizinde ise durum biraz farklı görünüyor. Önceki iki krizde yaşanan büyük devalüasyon 2009 krizi ertesinde yaşanmadı. Krizden sonra geçen iki çeyreğinin ardından kurlar tekrar değerlenmeye başladı.
Bundan daha korkutucu olanı ise 2009 yılında yaşanan krizde TL diğer krizlere göre zaten daha da değerli bir pozisyondaydı. Yani 2009 krizine diğerlerine göre daha değerli bir kurla girdik ve işin kötüsü, krizle birlikte kurlarda yüzde 50 civarında bir düzeltme yaşanması gerekirken çok az bir düzeltme oldu ve kurlar düzeltmen iki çeyrek sonra eski noktaya geldi ve aştı. Bunun sonucu olarak cari açıkta ciddi bir düzeltme olmadığı gibi 2010 ve 2011 yıllarında tahammül edilmez noktalara ulaştı.
Bu sistemin bize ne zararı oluyor?
Bu, suni olarak değerli tutulan Türk Lirası dövize büyük kazanç sağlayarak döviz girişinin sürmesini sağlıyor. Ama öte yanda bu amaçla ödenen yüksek faizin faturası dış borç stokunun büyümesine, kaynakların faize gitmesine, gelir ve servet dağılımının bozulmasına neden oluyor.
Döviz açığı ödenemez boyuta ulaşıyor. Ucuz döviz nedeniyle yatırım ve üretim yapısı bozuluyor. İşsizlik artıyor. Ucuz işçiliğe dayalı bir ihracat düzeni oluşuyor. Bakınız malesef son on yılda dış borcumuz üç katına çıkarken, dış ticaret açığımız rekor üstüne rekor kırdı. İhracatımız artarken o ihracatı yapmak için yurt içinde mal üretemez olduk. Dolayısıyla dış ticaret açığımız büyük oranlara yükseldi. Bu noktada bütçe performasına çok dikkat edelim. Şu anda bütçe açığımız düşük. Hükümetimiz bütçe performansı ile övünüyor. Ancak, bütçede ithalattan alınan vergiler önemli bir yer tutuyor. Yani ithalat arttıkça bütçenin geliri artıyor, bütçe performansı iyi görünüyor. Hâlbuki o devasa ithalat ciddi bir cari açık yaratıyor. Bu dış ticaret açığı ve ondan ötürü oluşan cari açık sürdürülebilir değil. Ekonomi üretemiyor, sadece yurtdışından geleni montajlıyoruz. Yarın ekonomi çarkları durunca çok ciddi bir bütçe sıkıntısı doğacak. Bugün övündüğümüz kamu borcunun o gün nasıl süratle tırmandığına inanamayacaksınız. İspanya’da da aynı senaryo gerçekleşti.
Biz maalesef bu parasal genişlemeyi lehimize kullanamadık. Dünyada para fazlası varken, faizler düşükken, borçlanma imkânları rahatlamışken büyük bir yatırım atağı başlatabilirdik. Araştırma ve geliştirmeye, yeni teknolojiler üretmeye kaynak ayırabilirdik. Bölgesel eşitsizlikler kapsamında mesela GAP projesini bitirebilirdik. Biz dış borç aldık, bunu ithalata kullandık. Şimdi elde var sıfır. Çocuklarımız diğer ülke çocukları için borçlanmış oldu.
“VERİLERE BAKTIKÇA KORKUYORUM AMA BÜYÜKLERİMİZ KENDİNDEN ÇOK EMİN”
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek “kriz küresel” diyor. Ülke olarak bu krizi bizim en az kayıpla atlatmamız mümkün değil midir?
Evet, kriz küreseldir; doğru. Bugün krizi en şiddetli hisseden ülkeler komşu ülkelerimiz; Yunanistan, Portekiz, İspanya, İrlanda. Krize girmeden önceki durumlarına bakınca Türkiye ile çok şaşırtıcı benzerlikler görüyoruz. Bugün krizi en şiddetli hisseden bu ülkelerin tamamı 2001- 2007 arası yaklaşık yüzde 7 oranında cari açık veriyorlarmış. Yani bizim gibi onların da cari açık sorunu varmış. Ayrıca mesela Almanya’ya göre bu ülkelerdeki fiyat artış oranları çok daha yüksekmiş. Yani bir yerde ortak para birimi avro kullandıkları için rekabet kaybı yaşamışlar.
Kendi paraları olsa devalüe edecekken edememişler. Biz kendi paramızı kullanıyoruz ama dalgalı kur zokasını yediğimiz için biz de devalüe edemiyoruz. Keza İspanya bütçesi kriz öncesi olan 2007 yılına kadar fazla veriyordu ve kamu borcu da bizimki gibi çok düşüktü. Ama durgunluk ve panik başlayınca her şey büyük bir süratle altüst oldu. Bizim bu makro ekonomik dengelerle oyunu sürdürmemiz mümkün değil. Örneğin dolar açık pozisyonlarına bakıyorum, reel sektörün 160 milyar dolar döviz açık pozisyonu var. Doların fiyatı tutulamayacak noktaya gelirse, gerekli düzeltme yaşanırsa ne olacak. Durgunluk ve iflaslar gelecek. Ben verilere baktıkça korkuyorum ama büyüklerimiz kendinden çok emin.
TÜRKİYE KONUTTA ‘KÜÇÜK AMERİKA’ OLMA YOLUNDA
Ülkemizde şu anda en hareketli sektör inşaat sektörü. Aşırı derecede bir konut arzı var. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz, nereye varacak bu işin sonu?
Özellikle kentsel dönüşüme değinmek gerekir. Türkiye’nin yıllık konut talebi 350 bin. TOKİ Başkanı kentsel dönüşüm ile önümüzdeki 20 yıl içinde 7 milyon konutun yenileneceğini söyledi. Bu, yıllık 350 bin ek konut anlamına geliyor. Yani piyasaya talep dışı 350 bin konut arz ediliyor.
Peki, bu ek arza nasıl talep yaratılacak? Kentsel dönüşüm olunca ev sahipleri mecburen bu yeni evleri alacaklar. İmkanı olmayanlara kredi desteği sağlanacak. Peki, bu krediler nasıl geri ödenecek? Yani öyle böyle herkes borç harç bu yeni evlerde oturacak. Bu insanların gelirleri artmış mı? İmkanları var mı? Yok. Ama devlet zorunlu olarak onlara bu evleri aldırıyor. İnşaat sektörü canlanıyor, TOKİ’ye iş yapan mütahitler zenginleşiyor. Ama bir sıkıntı baş gösterince bu piyasayı fonlayan bankalar ne yapacak? CevabıABD’de var. Bakın 2008 yılında ABD’de yaşanan konut krizi aynen bu sebeple baş göstermiş bir krizdir. Ve oradan bütün dünyaya yayılmıştır. ABD 2004’ten itibaren düşen faizlerle beraber yeterince geliri olmayanları ev sahibi yapmaya girişti. Çeşitli kampanyalar açıldı. Sadece faiz ödemeli kredi, ilk üç yıl geri ödemesiz kredi vs. gibi. ABD’de bu evleri almak isteyen dar gelirli şöyle hesap yaptı; ev fiyatları yıllık yüzde 10 artıyor. İlk iki yıl sadece faiz öder, sıkışırsam iki sene sonunda evi yüzde 20 daha pahalıya satarım, kârım kârdır. Bu durumu aslında bütün devlet biliyordu ama borca dayalı ekonomiyi döndürmek için bu numaralara göz yumulmak zorunda. Ardından bir güvensizlik başladı, faizler bir yükseldi, kredi sistemi kurudu ve bir anda sub-prime mortgage krizi oluştu. Biz de bu kentsel dönüşümle bir krize gidiyoruz. Bu kredinin geri nasıl ödeneceği belli değil. Bu inşaatları yapan TOKİ, GYO, inşaat şirketleri, bu inşaatların, köprülerin yapımı için dışarıdan ya da bankalardan finansman sağlıyorlar. Öz sermaye kullanmıyorlar. E tüketici de kredi kullanıyor. Yani bankacılık sistemi hem yapana hem alana kredi açıyor. Çift taraflı bu bilanço tehlikeli. Bu durum sistemi zorlar. Ayrıca konut yatırımı ölü yatırım. Fabrika kurmuyorsun ki yatırım bitince üretmeye ve satmaya başla, ihracat yap, döviz kazandır. Ev bu. Yaptın, bitti. Bir sene sonra hiçbir getirisi yok. Türkiye ‘Küçük Amerika’ olma yolunda. Ama bir fark var. Onların parası rezerv para, dünya parası. Bakın inşaat sektörü 164 sektöre girdi sağlıyor. Ekonomiyi canlandırıyor. Biz önümüzde bir kötü tecrübe olduğu halde ABD’nin 2004’te uyguladığı modeli uyguluyoruz. Tüketici kredilerindeki yıllık artış son 4 yılda yıllık ortalama yüzde 30. İşte bütün bu veriler FED’in açıklamasından sonra Türkiye’nin niye bu kadar ciddi bir sarsıntı geçirdiğini gösteriyor.
“BU TABLO SON 10 YILDA ORTAYA ÇIKAN TABLODUR”
Suriye’ye savaş hazırlıklarında bu ekonomik tablonun etkisi var mı sizce?
Hayır, bence bu tabloda Suriye’ye savaş hazırlıklarının izi yok. Bu tablo özellikle son 10 yılda ortaya çıkan bir tablodur. Suriye’ye kimyasal silah yalanı ile saldırılmaya çalışılmasını, buna ülkeyi yönetenlerin alet olmasını, savaş ve ölüm kışkırtıcılığı yapmasını utanarak izliyorum. Mevcut hükümeti yöneten, orada bakanlık yapan, milletvekilliği yapan, o partiye üye olan herkes akacak kandan, ölecek insanlardan sorumludur; lanetliyorum. Ekonomik anlamda ne olacağı ise bellidir. Türkiye mutlaka bir düzelme yaşayacak. Bu veriler sürdürülebilir değil.
Sıcak para güvenli limanlara kaçar mı?
Türkiye ve diğer gelişen piyasalara giren para zaten belli bir risk üstlenerek giriyor. ABD’de 10 yıllık tahvillerin getirisi yüzde 1.80’lerdeydi. FED Başkanının açıklaması ile yüzde 2.70 civarına yükseldi. Yani ABD tahvilinin getirisi yükseldi. Daha da yükselecektir. Bu durumda uluslar arası finansal piyasalar için ABD’ye dönüşün cazibesi arttı. Oraların getirisi arttıkça, buralardan para çekiliyor. Para çekildikçe risk artıyor ve artan risk daha büyük çekilmeye yol açıyor. Maalesef döviz girişine bu derece bağımlı ülkelerdeki süreç böyle işliyor. Türkiye bu süreci yaşayacaktır.
Ekonomide bundan sonra neler olacak?
Daha önce belirtmiştim. 2008 krizine yapılan müdahale devasa bir parasal genişleme ile oldu. Türkiye’yi sıkıntıdan çıkartan bu parasal genişleme oldu. Çünkü, biz de bu paradan payımızı aldık. Şimdi FED bu parasal genişlemeyi bitireceğim, aylık 85 milyar dolar parayı piyasaya vermeyeceğim diyor ama, henüz eyleme geçmedi. Ayrıca dikkat edin parasal genişlemeyi durdurmak diyor, 4 yıldır piyasaya verdiğim likiditeyi toplayacağım demiyor. O başka bir senaryo. Onu yapması için; ekonomik verilerin güçlenmesi ve enflasyon tehditi görmesi lazım. Yani parasal genişlemeyi durdurur, üstüne de şimdiye kadar piyasaya verdiği parayı toplarsa, siz o zaman görün piyasalardaki kurumayı ve bizim başımıza geleceği.
Sizce ne tür önlemler alınmalıdır?
Önlem zamanında alınmadı. Şimdi artık bir bedel ödenecek. Bu bedeli vatandaş ödeyecek. Düzeltmenin zamana yayılması ani bir şoktan daha tercih edilir bir durum. Dikkatli bir denge politikası ile yapılabilir. Hem uluslararası finans piyasalarını çok ürkütmeyeceksin, hem kontrollü bir düzeltmeyi yönetirken hem de gelecek yılların güçlü Türkiye’si için yaptığın planlamayı uygulamaya koyacaksın. Bu gerek uluslararası finans piyasaları, gerekse ülke içindeki sınıflarla asgari müşterekte anlaşmayı sağlayarak bir denge politikası içinde yapılabilir. Türkiye’nin mevcut durumunun kazasız belasız atlatılması böyle mümkün olur.
Söyleşi: Şenol Çarık
USİAD Bildiren Dergisi 65. Sayında yayınlanan söyleşi
Derginin 65. sayısını okumak için tıklayınız
www.usiad.net