Türk ekonomisinden, iyimser işaretler gelmiyor. Bunun hem dönemsel hem yapısal nedenleri, hem iç dinamiklerle hem de dış dinamiklerle ilgili yönleri boyutları var. Ayrıca, 1995’te imzalayıp, 1996 başında girdiğimiz Gümrük Birliği’nin (GB) tek taraflı ilişkiye dönüştüğünü, ortak karar alma ve uyuşmazlıkların çözümü mekanizmalarının devre dışı kaldığını söyleyenlerin sayısı da artıyor.
GB’yi başlangıçta hararetle destekleyen kesimler bile, Avrupa Birliği’nin (AB) tercihlerinin tek taraflı olarak hayata geçtiğini, mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesinin işlemediğini belirtiyorlar.
Haklılar, çünkü Türkiye’nin dış ticaret politikasını Türkiye değil, Brüksel belirliyor. Türkiye, AB üyesi olmadığından, AB’nin dış ticaret politikasını yürüten organlarda yer almıyor. AB, kendince hassas, öncelikli sektörleri belirliyor. Çıkarını gözeterek, üçüncü ülkelerle serbest ticaret anlaşmaları yapıyor. AB ürünleri bu ülkelere, bu ülkelerin ürünleri AB’ye gümrüksüz giriyor. Türkiye de AB üyesi olmayıp, GB üyesi olan ilk ve tek ülke olarak, bu düzene uymak zorunda kalıyor. AB’ye gümrüksüz giren mallar, Türkiye’ye de gümrüksüz giriyor. Türkiye, bu ülkelere, “Gelin sizinle serbest ticaret anlaşmasını doğrudan ikimiz yapalım” dese de, onlar bu teklife yanaşmıyorlar.
TÜRKİYE SANAYİSİZLEŞTİ, TARIM ÇÖKTÜ
Sonuçta olan yerli üreticiye oluyor. Piyasa ithal ürünlerle doluyor. Cari açık patlıyor. KOBİ’ler can çekişiyor. İşsizlik yükseliyor. Ara malı ithalatıyla, dışa bağımlılık artıyor. Sadece sanayi değil, tarım ve taşımacılık da olumsuz etkileniyor. Türkiye, tarife dışı engellerle boğuşurken, iddialı olduğu tekstil gibi sektörlerde de darbe yiyor. AB; Güney Kore, Hindistan, Ukrayna, ASEAN ülkeleri, Latin Amerika ülkeleri dahil pek çok ülkeyle serbest ticaret anlaşması imzalarken, ABD’yle bunun için müzakere ederken, Türkiye tasarruf yapamıyor. Yatırım yapamıyor. İmalat sanayisi zayıflıyor. “İmalat gücünü kaybeden, ihracat gücünü de kaybeder” kuralı işliyor. Elinde ne varsa özelleştiren, hızla sanayisizleşen Türkiye’de, bir dönemin büyük sanayicileri de, parayı üretimden değil, faizden kazanıyor veya inşaata yöneliyorlar. Ancak inşaatın da doyuma ulaştığı görülüyor.
Oysa Türkiye gibi, merkez gelişmiş kapitalist ülkelerin çeperinde yer alan tedarikçi bir ekonomi, kalkınmak için sanayileşmeyi, planlamayı, üretimi, kamu öncülüğünü, yerli kaynakları seferber edip verimli şekilde kullanmayı düşünmelidir. Belirli stratejik sektörler seçip, ar-ge yatırımlarını onlara yoğunlaştırıp, ileri teknoloji kullanmaya yönelip, katma değeri yüksek mallar üretmeye odaklanmalıdır. Sanayi planlaması yapıp, öncelikleri saptayıp, işgücünün eğitimini ve enerji potansiyelini buna göre örgütlemelidir. Kısacası milli bir ekonomi politikası izlemelidir.
Oysa Türkiye, yıllardır milli olmayan, halkın çıkarını gözetmeyen ekonomi molitikaları izliyor. Maliye Bakanı, her şey özelleştirildiği için, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na gerek kalmadığını açıklıyor. En büyük desteği; sıcak parayı Türkiye’ye getiren, karşılığında da yüksek faiz, olağanüstü hareket serbestisi, devlet güvencesi alan lobilerden gören iktidar bile gerçeği görmeye başlıyor. Bir süre önce, Türkiye’nin kredi notunu yükselten uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarına teşekkür eden, not artışlarını ekonominin güvenilirliği, istikrarı ve yabancıların bunu onaylamasıyla açıklayan bakan bile, geleceğe ilişkin umutlarını yitirmiş görünüyor. En çok özelleştirmeyi son 12 yılda yapmakla övünenler, artık ekonomideki riskleri saklayamıyorlar. Türkiye, kamuculuğun, kamu müdahalesinin, kamu planlamasının, kamu öncülüğünün kurduğu bir ekonomik zemine sahipken, bunu tasfiye etmenin, vahşi bir kapitalizme teslim olmanın bedelini ödüyor. İstatistikler de bunu ortaya koyuyor.
AH BU İSTATİSTİKLERİN GÖZÜ KÖR OLSUN!
1) 1946 – 2002 arasında büyüme ortalaması yüzde 5.1’dir. Daha geriden başlatırsak, 1923 – 2002 arasında büyüme ortalaması yüzde 4.7’dir. 2003 – 2013 arasında yüzde 4.8’dir. Hem de tek parti hükümetine, “istikrar” söylemine, 10 yılda yapılan 38 milyar dolarlık özelleştirmeye, savaş, doğal afet, kıtlık yaşanmamasına rağmen. Dahası, 1946 – 2002 arasında 775 milyar dolar, 2003 – 2013 arasında 1 trilyon 600 milyar dolar kaynak harcanmıştır. 2002 – 2013 arasında sanayi tabanı, bunca kaynak harcanmasına karşın, yüzde 7.7 küçülmüştür.
2) Forbes Türkiye dergisi, en zengin 100 Türk listesindeki 44 milyarderin 2012’den 2013’e daha da zenginleştiğini, toplam servetlerinin 95 milyar dolardan 117.8 milyar dolara çıktığını yazmıştı. Dolar milyonerlerinin sayısı 94 bindi. Bu zenginler, ülkedeki toplam kişisel servetin, (1.1 trilyon dolar) yüzde 43’ünün sahibi, yani 500 milyar dolar onların cebinde. Japonya’da dolar milyarderi sayısı bizimkinin yarısı kadarmış. Kasım 2012 verileriyle, 52 milyon 820 bin 823 kişinin bankalarda mevduatı var, hesabında 1 milyon lira ve üzerinde para bulunan yurttaşların sayısı 51 bin 161. 2011’e kıyasla 6 bin 669 kişi artmış. 10 bin liraya kadar mevduatı olan 50 milyon 867 bin 97 kişi var, bunların toplam mevduat sahipleri içindeki oranı yüzde 96.3.
3) 2002’de 129.6 milyar dolar olan dış borç, 2012 sonunda 336.9 milyar dolardı. Ülkeyi 10 yılda ortalama yüzde 4.8 büyütürken, borcu 10 yılda 3 kat artırmak, cari açığa rekor kırdırmak, başarı değildir. 2002 – 2008 arasında dünya ekonomisi büyürken, Türkiye de büyümüştür. Bu da özel, özgün bir başarı değildir. Kaldı ki Türkiye, dış kaynağa ve ithalata bağımlı olarak büyümüştür. Tasarruf ve yatırımla değil. Hazine Müsteşarlığı, 2013’ün 3. çeyreği itibarıyla, brüt dış borç stokunu 372.7 milyar dolar olarak açıklamıştır. En çok dış borç alan hükümetin, “IMF’ye borcu kapattık” demesi, diğer borçlardan söz etmemesi inandırıcı değildir.
4) Türk ekonomisi, büyürken bile istihdam yaratamıyor, istihdamsız büyüme hastalığına yakalanmıştır. Yoksullaştırıcı büyüme söz konusudur. Hızlı büyümenin başlıca kaynağı, ülke içindeki tasarruf oranı ve bu tasarruf oranı içindeki yatırım yüzdesidir. Örneğin, Çin’in tasarruf oranı milli gelirinin yüzde 40’ıdır. Yatırım oranı da yüzde 40’tır. Türkiye, iç tasarruf olmadan ve iç yatırım yapmadan büyüyemez. 90’lardaki iç tasarruf oranı olan yüzde 20’yi bile artık tutturamayan Türkiye, yol, konut, alışveriş merkezi yaparak büyüyemez ve kalkınamaz.
5) TÜİK araştırmalarında bile, gelir dağılımı adaletsizliği ürkütücüdür. TÜİK’in 2012 araştırmasına göre; nüfusun yüzde 20’lik dilimleri baz alındığında, en zenginle en yoksul arasındaki fark 8 kattır. Yüzde 10’luk nüfus dilimlerine göre 14.2 kattır. En zengin yüzde 10 milli gelirin yüzde 31.1’ini, en yoksul yüzde 10 yüzde 2.2’sini almaktadır. En zengin yüzde 20, milli gelirin yüzde 46.6’sını, en yoksul yüzde 20 yüzde 5.9’unu almaktadır. İkinci yüzde 20 yüzde 21.7, üçüncü yüzde 20 yüzde 15.3; dördüncü yüzde 20 yüzde 10.6 almaktadır. Buna göre; nüfusun en zengin yüzde 40’ı milli gelirin yüzde 68.3’ünü almaktadır. En alttaki yüzde 40 ise yüzde 16.5’ini almaktadır. Bu hesapla halkın yüzde 40’ı yoksuldur. Dünya Bankası verilerine göre; Türkiye’de 2.5 milyon kişi günde 2 doların altında, 1.4 milyon kişi ise 1.25 doların altında gelirle yaşmaktadır. Buna karşın, vergi yükü emekçilerin sırtındadır, tabana yayılmamıştır. Eşitlik, adalet, hakkaniyet yoktur. Yüzde 70’i kayıt dışı olan bir ekonomide, ekonomik göstergeler sağlıklı değildir, ankete dayanır. Vergi gelirlerinin yüzde 70’i dolaylı vergilerden oluşursa, yoksullar zenginleri sırtında taşır.
6) İhraç edilen ürünlerin imalatında yüksek oranda ithal girdi kullanılması, hammadde ve aramalı ithalindeki yükseklik, kâr oranlarını, katma değeri de azaltmaktadır. Dünyada dış ticarete konu olan mallar, yüzde 70 imalat sanayi ürünüdür. Türkiye 100 milyar dolar ihracat yapmak için, 84 milyar dolar ithalat yapmaktadır, yani dışa bağımlıdır. Sanayide orta – düşük ve düşük teknoloji kullanımı egemendir. Bu, rekabet gücünü olumsuz etkiler. Düşük katma değerli mal satıp, yüksek katma değerli mal almak demektir. Sanayinin, belli başlı büyük kentlerde, çoğunlukla ve yoğunlukla ülkenin batısında toplanması, sağlıklı değildir. Dünya ticaretindeki payı binde 7.5 olan Türkiye’nin 2023 hedefi olan yüzde 1.5, şimdikinin iki katına ulaşması zordur. Çünkü montaj sanayisidir, fason, tapon üretim yapmaktadır.
7) Yabancı yatırımcı üretime değil, hizmet ve finans sektörlerine yatırım yapmıştır. Çünkü kısa sürede daha çok kazanmaktadır. Bunu daha az riskli görmektedir. Ali Babacan’ın açıklamasına göre; Türkiye’deki 49 bankadan 35’inde yabancıların hissesi vardır. 18’inde yüzde 99 ve üzeri hisse yabancılardadır. Bankacılık sektörünün yüzde 71’i, borsanın yüzde 70’i yabancıların denetimindedir.
8) Türkiye, tasarruf gücünü yitirmiştir. 2000’lerin başında tasarrufların milli gelire oranı yüzde 20’lerin üstündeyken, son dönemde yüzde 10 kadardır. Bu oran, Güney Kore’de yüzde 30’ları geçmiştir, Çin’de yüzde 40’lardadır. Türkiye’nin yurt dışından gelecek kısa vadeli kaynaklara olan bağımlılığı yüksektir. Yatırımda, üretimde tamamen bu kaynaklara bağımlıdır. Dış kaynağa bağımlılık kurumsal, cari açık yapısaldır. Bu durum, sağlıklı, istikrarlı, sürdürülebilir bir büyümeyi olanaksız kılar. Sistem paradan ara kazanmayı adeta dayatmaktadır. 2000’lerde banka kredilerinin yüzde 50’si imalat sanayisine giderken bu oran son dönemde yüzde 20’dir.
9) Yıllarca dışarıya dünyanın en yüksek faizi ödenirken (Avrupa’nın 8 – 9 katı), gecelik, haftalık, aylık kısa vadeli fon girişleriyle sadece ekonomi değil, siyaset de teslim alınmıştır. Sıcak parayla, dış borçla her şeyin ithal edilmesi, tüketimin özendirilmesi, insanların borçlandırılması büyük sorunlar yaratmıştır. Kredi kartı borcunu, tüketici kredisini ödeyemediği için icralık olan yurttaş sayısı 2 milyondur.
10) Türkiye, ileri teknolojiye, ar – ge’ye dayalı üretimde ve ihracatta geridir. Yüksek katma değerli üretime dayalı büyüme stratejisi yoktur. Oysa bu alan önemlidir, örneğin; otomotiv ihracatında 1 kiloda 20 dolar kazanılırken, 100 gramlık bir mikroçipe bin dolar ödenir. Türkiye’nin dış ticaret açığı teknoloji fakiri olmaktan kaynaklanır. Çünkü ileri teknoloji ürünleri ithal eder. Misal; bir otobüs satıp, 1 kilo kalp pili, 432 ton demir satıp 1 ton ilaç, 2 bin 612 tır çimento satıp 1 tır bilgisayar, 1 tır domates satıp 7 kilo domates tohumu alır. İleri teknolojinin ihracattaki payı yüzde 1.8, imalat sanayi üretimindeki payı yüzde 3.9’dur. Son 20 yılda yapılan imalat sanayi yatırımlarının yalnızca yüzde 3.3’ü ileri teknoloji yatırımlarıdır. Türkiye, 2012’de 135 milyar dolar, 90 milyon ton ihracat yapmıştır, 1 kiloyu 1.58 dolara satmıştır. Almanya ihracatta 1 kiloyu 4.1, Japonya 3.5, Güney Kore 3 dolardan satmıştır. Japonya’da ar- ge harcamalarının GSMH’ye oranı yüzde 3.3, ABD’de yüzde 2.7, Güney Kore’de yüzde 3, Almanya’da 2.3, Danimarka’da 2.4, Türkiye’de 0.7, Mısır’da 0.2’dir.
11) Türk ekonomisi için kısa ve orta vadedeki en önemli açmazlardan biri de enerji açığı ve buna bağlı olarak artan cari açıktır. Son 10 yılda enerji talebi hızla artmış, talebin de yüzde 80’i ithalat yoluyla karşılanmıştır. Yerli üretim artışı yüzde bile değildir. 2011 yılında Türkiye’nin 77 milyar dolar olan cari açığının 54 milyar doları enerji ithalatından kaynaklanmıştır. Bir diğer ifadeyle petrol fiyatlarındaki her 10 dolarlık artış, cari açığı 5 milyar dolar artırmıştır. 10 yıl önce ekonominin ihtiyacı olan enerji 84 milyon ton petrole eşdeğerken, 2012’de 119 milyon ton petrole eşdeğer hale gelmiştir. Buna karşın enerji talebi içinde yerli üretimin payı 2003’te yüzde 28 iken, 2012’de yüzde 27’ye gerilemiştir. 2012’de enerji ithaline ödenen fatura 62 milyar dolardır, yani dış ticaret açığının üçte birinden fazlasıdır. Enerji bunalımı yaşamamak için, yerli, yeni, yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek, tasarrufu artırmak, enerjiyi bilinçli tüketmek, verimli kullanmak, kayıp ve kaçak oranını en aza indirmek şarttır.
12) Tarım AB’nin de dayatmalarıyla çoktan çökmüştür. Bir zamanlar dünyada kendi kendini besleyen 7 ülkeden biri olan Türkiye et, pamuk, pirinç, damızlık hayvan, saman ithal etmektedir. 2002 – 2011 döneminde ekilen tarım alanlarının büyüklüğü 3.5 milyon hektar azalmıştır. 24 milyon hektardan 20.5 milyon hektara gerilemiştir. Tarımın GSMH içindeki payı, 2002’de yüzde 12 iken, 2011’de yüzde 8.9 olmuştur. Tarıma dayalı sanayinin gerilemesi, besiciliğin gerilemesi, hayvan kaçakçılığının boyutları, hem vergi ve istihdam kaybına neden olmakta, hem de beslenme sorunu yaratmaktadır. Türkiye’de tarım yapılan arazinin dörtte biri sulanmazken, yeşil alanların hızla betonlaştığı görülmektedir.
13) Türkiye’de hizmet sektörü dahil tüm işletmelerin yüzde 99.9’unu KOBİ’ler oluşturur. KOBİ sıfatını taşıyan yani 250’den az çalışanı olan 3 milyon 222 bin 133 girişim vardır. Bunların yüzde 82’si hizmetler ve ticaret, yüzde 13’ü imalat sektöründedir. KOBİ’ler toplam istihdamın yüzde 78’ini sağlarlar. Toplam yatırımların yüzde 50’sini, toplam ihracatın yüzde 59’unu yaparlar. Toplam katma değerin yüzde 55’ini üretirler. Toplam krediler içinde yüzde 24 pay alırlar. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2012 verilerine göre; Türkiye’de hizmet akdiyle işçi çalıştıran 1 milyon 435 bin 879 işyerinden 230’u binden fazla çalışan istihdam ediyor. Sadece 1 kişinin çalıştığı 513 bin 454 işyeri var. 13 milyon 194 bin 783 ücretliden 6 milyon 264 bin 123’ü asgari ücret alıyor. 12 milyondan fazla kişi işsizlik sigortası kapsamındadır. Ve Türkiye taşeron işçi cennetidir. Kamuda ve özel sektörde 1 milyondan fazla taşeron işçi çalışmaktadır. Sosyal ve sendikal hakları, iş güvenceleri olmayan bu işçilerin en yoğun olduğu sektörler temizlik ve inşaat sektörleridir.
14) Türkiye tasarruf gücünü ve bilincini yitirmiştir. Oysa günümüzde adı Türkiye Ekonomi Kurumu olan Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti, 12 Aralık 1929’da kurulmuştur, yani tam da dünyadaki büyük ekonomik buhranın olduğu dönemde. Atatürk’ün telkinleriyle, O’nun himayesinde kurulan cemiyet, 12 – 18 Aralık haftasını sonraki yıllarda “Tasarruf ve Yerli Malı Haftası” olarak kutlamayı kararlaştırmıştır. Bu karar kurumun ilk tüzüğünde de yer almış, ilk kez 1930’da kutlanmıştır. 12 Aralık 1934 yılında haftanın adı “Milli Ekonomi ve Yerli Malları Haftası” olarak değiştirilmiştir. Bu tasarruf bilincinin de kanıtladığı gibi Türkiye, öncelikle kendi kaynaklarına güvenerek sanayileşmeyi hedeflemiştir. 1930’larda ekonomide sanayinin payı yüzde 15’i bulmuştur. 1929 ekonomik buhranına rağmen Türkiye umutludur.
15) Türkiye, bir süre önce heves ettiği yerli otomobili yapacak güçte değildir. Çünkü iç ve dış pazardaki payı bir yana, 100 dolarlık otomobil yapmak için 56 dolarlık ithalat yapmak zorundadır. Yani her yıl 6 milyar dolarlık motor ithal etmektedir. Otomotivde işin angaryasını yapmaktadır, motor teknolojisinin üretimini değil.
16) Ekonomide gerçekçi, ulaşılabilir hedefler koymak gerekir. 2023 yılı için konan kişi başına 25 bin dolar milli gelir, 500 milyar dolar ihracat ve 10 büyük ekonomi arasına girme hedefi gerçekçi değildir. Bu hesapla Dünya Bankası sıralamasına göre; üst orta gelir grubundaki ülkeler arasına girmek gerekir. Dahası, hükümetin şişirilmiş olan kişi başına milli gelir hesabına, 10 bin 800 dolar hesabına göre de 2023 hedefine ulaşmak zordur. Çünkü bu hesapla, önümüzdeki 10 yılda, kişi başına milli geliri 2.5 kat artırmak, 10 yıl aralıksız yılda yüzde 8 büyümek gerekmektedir. Bunun nasıl gerçekleşeceği belirsizdir.
17) Türkiye, Çin gibi kamu öncülüğünde ve denetiminde, planlı, sanayileşmeye dayalı bir ulusal kalkınma stratejisi izlememiştir. İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını sarabilmek ve refah toplumu yaratabilmek için, savaştan sonra 35 yıl boyunca katı disiplin içinde, yüksek tempoda çalışan bir Avrupa ülkesi zihniyetine de sahip değildir. İkinci Cihan Harbi sonrasında olağanüstü disiplinle çalışan Japonya gibi de değildir. Dahası, üreten, vergi veren, istihdam yaratan, teknolojik yatırım yapan, piyasayı düzenlemede araç olarak kullanılan, özel sektöre ucuz girdi sağlayan, yönetici kadro yetiştiren, bünyesinde sendikalaşma hakkı tanıyan KİT’leri yok pahasına satmanın acısını hissetmeye başlamıştır bile.
18) AB’nin Türkiye’de yaptığı ithalat, küresel ekonomik krizin de etkisiyle azalmıştır. 10 yıl içinde yüzde 57’den 2013’te yüzde 36’ya gerilemiştir. Dahası, AB ile ABD arasında Transatlantik Serbest Ticaret Anlaşması müzakereleri sürmektedir. Uzmanlara göre; süreç en geç 2015’te tamamlanacaktır. Bu anlaşma, Türkiye’nin iç pazarını, Gümrük Birliği nedeniyle Avrupa mallarından sonra, ABD mallarına karşı da açık pazara dönüştürecektir. Bu durum yerli üreticileri, KOBİ’leri daha da olumsuz etkileyecektir. Bu da Türkiye’nin dünya piyasalarında rekabet gücü azalacaktır.
Sonuç: Türkiye’nin sözde değil, özde ulusal ekonomi politikalarına gereksinimi vardır. Unutmayalım, mali egemenlik yoksa milli egemenlik de yoktur.
Barış Doster
USİAD Bildiren Dergisi 70. Sayında yayınlanan makale
Derginin 70. sayısını okumak için tıklayınız
www.usiad.org.tr