Cahit Kayra’dan Türk Ekonomisi Üzerine Bir Başyapıt:
“Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü”
1916 doğumlu ‘asırlık çınar’ Cahit Kayra, Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsü serisini tamamladı. Daha önce iki cildi yayınlanan çalışmanın üçüncü ve son cildi olan “1980-2013 Tüketim Ekonomisi-Küreselleşme” Tarihçi Kitabevi etiketiyle raflardaki yerini aldı.
Maliye Müfettişliği, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı başta olmak üzere birçok görevde bulunan, ülkemiz tarihindeki önemli kırılma anlarına dair bilimsel deliller, sağlam kanıtlar ve araştırmalarla kitaplar hazırlayan Cahit Kayra, bu çalışmasıyla 1923’ten günümüze ekonominin öyküsünü bütün hatlarıyla gözler önüne seriyor.
Türkiye’nin siyasal, sosyal yaşamının neredeyse tamamına tanıklık etmiş olan Kayra, devlet hizmetinde çalıştığı yıllarda ekonomi ve maliye konulu sorunları içeren çalışmalarının, müfettişlikten edindiği çalışma disiplininin deyim yerindeyse hakkını bu eserinde fazlasıyla veriyor.
Biz de USİAD Bildiren olarak Cahit Kayra’yla bu dev eseri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
98 yaşındasınız ve hala üretiyorsunuz. Her biri kaynak yapıt değeri taşıyan ve Türkiye’nin tarihsel süreçlerini bütün yönleriyle gözler önüne seren bu çalışmalarınızdan Cumhuriyet Ekonomisinin Öyküsünün 3. ve son cildini tamamladınız. Söyleşimize öncelikle size teşekkür ederek başlamak istiyorum.
Her kitabın bir amacı vardır. Bazıları itirafnamedir, bazıları bir tezi anlatırlar. Bazıları rakiplerini küçültmek için yazılırlar. Bazıları gönüllü, karşılıksız yapılır. Bu kitabın da bir amacı var. Bakın benim bir özelliğim var, ben ekonomist değilim, Mülkiyeliyim. Hep bu dönemlerin ve olayların içinde yaşadım. Onun için bildiklerimi yazmak istedim. Bütün bu yaşadıklarımdan edindiğim izlenimleri anlatmak istedim. Kitabın amacı işte burada ortaya çıkıyor. İlk olarak bu tespiti yaparak başlayalım.
“TÜRKİYE BİR MUCİZEDİR”
Bana göre Türkiye bu coğrafya içinde bir mucizedir. Bu mucizeyi yaratan çeşitli parametreler var. Siyasi, sosyal, ekonomik parametreler var. Ben bu mucizeyi yaratan ekonomik parametreyi bulmak istedim. İşin ekonomik yüzünü anlatmaya çalışıyorum ve oradan bir sonuç çıkarıyorum.
Türkiye, Anadolu toprağı aslında fakirdir. Büyük mali değerleri yoktur. Ama Türkiye ekonomik bakımdan, diğer İslam ülkeleriyle mukayese edilmeyecek ölçüde büyük bir ekonomi yarattı.
Bu ekonomiyi yaratan etken nedir?
Cumhuriyetin başında Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün düşündüğü, kurduğu ve gerçekleştirdiği sanayi toplumu sistemidir.
Şunu görmüşlerdir. Bu coğrafyada İslam ülkelerinin hiçbirinde sanayi yok. Türkiye hepsinden daha fakir. Ama sanayi kurarsalar iş değişebilir.
Çok tipik bir örnek vermek istiyorum. 1930’lu yıllarda dünyada gelişmekte olan, az gelişmiş ülkelerin hiçbirinde olmayan çelik sanayii kuruldu Türkiye’de. Bu da bir mucizedir. Koca imparatorlukta her şey vardı, şeker kamışı da vardı ama bir tane şeker fabrikası yoktu. On yıl içerisinde dört adet şeker fabrikası kuruldu.
Mustafa Kemal ve arkadaşları gelişmek için sanayinin zorunlu olduğunu, sanayi olmadan gelişme olamayacağını biliyorlardı ve bunu uyguladılar. Daha sonraki yöneticiler de bu yoldan gittiler.
Ben CHP’liyim biliyorsunuz.
Evet, Bakanlık da yaptınız.
Çok karşı olduğumuz Süleyman Demirel, liberal ekonomi politikası taraftarıdır ama devletçiliği çok geliştiren bir siyasi liderdir aynı zamanda. O da sanayinin zorunluğunu çok iyi bilir. Necmettin Erbakan da öyleydi, Bülent Ecevit de. Hepsi sanayinin üzerinde titrediler. Kısmen bilerek kısmen bilmeden, burada çatlaklar olmaya başladı.
Ne gibi çatlaklar bunlar?
1980’de Batılılar dünya ekonomisine yeni bir yüz vermek istediler. Olduğundan daha çok libere etmek istediler ekonomiyi. Çünkü, giderek zaman içinde himaye gören öteki ülkelerin gelişmekte olduğunu gördüler. Kendilerine rakip olacağını gördüler.
Bu liberasyon dalgasının arkasında ‘Washington Consensus’ denilen yazılı olmayan bir anlaşma var. Bu anlaşmada az gelişmiş ülkelerin sanayileşmelerinin ağırlaştırılması öngörülmektedir. Bu anlaşma 1980’de ‘İstikrar Programı’ adı altında bizim ekonomimize yansıdı. 1980’den sonra çatlaklar oluşmaya başladı. Bu çatlakların en önemlisi Tansu Çiller’in hesapsız kitapsız AB’yle Gümrük Birliği Antlaşması’nı yapması oldu.
Gümrük himayesini kaldırmakla kalmadık, dünyaya karşı öyle bir gümrük tarifemiz oldu ki o da son derece zayıftı.
Biraz açabilir misiniz, nedir bu zayıflıklar?
Yani şöyle AB’yle gümrük yok, AB dışındaki ülkeler için AB’nin koyduğu bir tarife var, onu kabul ettik. O tarife de oldukça düşük bir tarife. Fransa, İngiltere, Almanya’ya göre yapılmış bir tarife. O da bizi yıktı.
Sonra ikinci bir darbe geldi. Kötü idare yüzünden, zor duruma düşmüş olan ekonomiyi düzeltmek için IMF’den yardım istedik ve kurtarıcı olarak Kemal Derviş geldi. Elimizdeki parayı istediğimiz gibi ayarlama imkanımız vardı, Derviş ise bu durumu değiştirdi.
“MİLLİ VARLIKLARIMIZ ÖZELLEŞTİRME ADI ALTINDA TASFİYE EDİLDİ”
Peki, Derviş ne yaptı?
Faizleri yükseltti ve dövizi ucuzlattı. Tabloya bakın: Gümrükleriniz açık ve döviz ucuz. Türkiye yabancı mallarla doldu. Ve bu da içerideki sanayi üretimini büyük ölçüde tahrip etti.
Bu ikinci dalga da yetmedi.
1980 ile 2000 arasında, bence bu çok önemli, o zamana kadar Türkiye’de yetişmiş olan bürokrasi ve teknokrasi, mesela Sümerbank’ta vb. kurumlarda yetişmiş yöneticiler, buna mukavemet ettiler. Ve sanayileşme gelişmeye devam etti. Dağınık, plansız, fakat ne olursa olsun sanayi gelişiyordu. Fakat, üçüncü bir dalga geldi.
2002’de yeni bir iktidar geldi. Ve bu yeni iktidar özelleştirmeler adı altında Türkiye’nin kurulmuş olan sanayiini tahrip etmeye devam etti. Buna ait olan rakamları kitabın 3. cildinde verdim.
Türkiye ekonomisi 300 tesisini elden çıkardı. Yıllar boyunca dişimizden tırnağımızdan ayırdığımız paralarla kurduğumuz sanayi kurumları elimizden çıktı.
Bunların en kıymetlilerini yabancılar aldı. Yabancılar bunların yüzde 20’sini aldılar.
Türkiye’de mal bol. Gümrüklerden ucuz mal geliyor. Bildiğiniz gibi her taraf Çin malları ile doldu. Fiyatlar yükselmiyor. Arkası birçok tehlikelerle dolu sistem içerisinde herkes refaha kavuştu. İnsanlar para gördü, arabalar, evler aldı, tatillere çıktı.
“MİRASYEDİCİLERE BENZİYORUZ”
Bu nasıl oldu? Bunların parasını kim ödüyor, nasıl ödeniyor?
Bir taraftan borçlar dağ gibi çoğaldı. Hem dış borçlar, hem iç borçlar. İç ve dış borçların toplamı sürekli artıyor.
Ve bütün bunları yaparken de elimizdekileri sattık savdık. Bir mirasyediciliğe benziyor. Düşünün. Adamın babası öldü. Oğlu evdeki eşyayı satıyor. Babası o zamana kadar dikkatle idare ediyordu evi. Oğlu ise eldekileri satıyor, refahım ve gelirim arttı diyor. Böyle bir durumda maalesef Türkiye.
“SANAYİLEŞMESİZ GELİŞME OLMAZ”
Bu mevzuyu bir hükümle kapatalım. Sanayileşmesiz bir gelişme olmaz.
2000’lerden bugüne Türkiye sanayii tahrip edilmiştir.
Şu sıralar dikkat ederseniz Ali Babacan dahil herkes sanayileşmeden bahsetmeye başladı, imalat sanayiinden tabi.
Herkesin beğendiği (!), ekonominin başındaki isim Babacan. Ağzından bir kez sanayileşme kelimesi çıktı mı?
IMF’nin ve arkasındaki iktisadi, siyasi güçlerin bize biçtiği bir elbise var; iktidar istikrar içinde olacak diyeceksiniz, para bulduğunuz sürece borçlanacaksınız ve borçlanmaktan korkmayacaksınız… Bakın borçlanmaktan elbette korkulmaz. Ama doğru dürüst bir yere yatırırsanız korkulmaz. Aldığınız borcu tüketirseniz borçlanmak çok tehlikelidir. Nitekim Türkiye bugün bu vaziyettedir.
Piyasada durum iyi, fiyatlar yükselmeye başladı, iyi kötü herkes çalışıyor deniliyor.
Bu bir konjonktür meselesi. Ortadoğu’da büyük olaylar oldu. Bu sırada Türkiye’ye insan aktı, para geldi. Türkiye’de dolar bolluğu oldu. Bakın dolar düşmüyor. Ama bu aldatıcıdır elbette. Rusya’da yaşanan olaylarla birlikte Rusya’dan Türkiye’ye fonlar geldi.
Bakın önemli bir kuraldır: Bir sorun herkes tarafından öğrenildiği zaman artık iş işten geçmiş demektir. Düzeltilemez demektir. Nitekim bugün öyle. Şimdi herkes sanayileşmeden bahsediyor. Olan sanayi yıkılmıştır, boğazımıza kadar borçlanmışızdır. Gümrük kapılarımız açıktır. Paramızı istediğimiz gibi kullanamamaktayız.
Bundan sonra sanayileşmek zor. Tavuk yetiştirmek, portakal ihraç etmek gibi işlere devam ederiz.
1980-2013 dönemine bir bütün halinde ‘piyasa ekonomisi’ derken, özelde AKP dönemi için ‘güdümlü piyasa ekonomisi’ diyorsunuz. Açar mısınız bunu biraz?
Kapitalist ekonominin kendine göre kuralları vardır. O kurallara göre hareket edeceksiniz. Ama siz o kuralı bir kenara bırakıp ben şuraya şu havaalanını, buraya bu yolu, bilmem neyi yapayım derseniz bu sisteme müdahaledir. Ben buna ‘güdümlü’ diyorum. Yani kapitalist sistemin işlemesine de müdahale edilmiştir. Keyfi kararlar ve özel düşüncelerle yapılmıştır bu.
“EKONOMİNİN BİR PLANI, PROGRAMI OLMALIDIR”
Liberalleşme döneminin eksikliğini 2000’den itibaren başlayan politikalar gidermiştir diyorsunuz, nedir bu eksiklikler?
1980’den sonra liberal ekonomi başladı. Ama idareler ile teknokrasi ve bürokrasi dayandı buna. Biraz değinmeye çalışmıştım ama açmakta fayda var.
Mesela en basit örnekle fiyatlar serbest bırakılamadı. Belli otoritelerin istediği şekillerde ve mallarda biçim verildi fiyatlara.
Liberal ekonominin de kendi içerisinde bir planı, programı vardır. Rastgele değildir. Liberal ekonomi dediğimiz şeyde, bu işin en babası dediğimiz Amerika’da da, bütün yapılanlar belli planlara göre uygulanır.
Öyle ‘Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar’ diye bir şey yok dünyada. Olmadı, ne eskiden ne de şimdi. Tamamen müdahalelerle yapılıyor her şey. En son mali bunalımda da müdahale ettiler.
“SAHTE, ALDATICI ve TEHLİKELİ BİR BÜYÜME İÇERİSİNDEYİZ”
Aldatıcı bir gelişme içerisindeyiz. Ve bir yandan da büyüyoruz…
Evdeki malı satıyoruz, dışarıdan borç alıyoruz ve büyüyoruz. Her yıl 60-70 milyar dolar borcumuz artıyor. Sahte, aldatıcı, tehlikeli bir büyüme.
Ekonomik durumunuz sizin siyasi durumunuzu da etkiliyor. Eliniz kolunuz bağlı kalıyor. Mecbur kalıyorsunuz yardım istemeye. Bakın Türkiye küçük bir ülke değildir. Böyle küçük ülkeler var, iyi durumda veya zor durumdalar. Türkiye ise büyüktür, yaklaşık 80 milyon insanı var. Bu insanların sorumluğunu alanların bu işin bilincinde olması lazım. Ne olacak bu insanlar? Bir politika yaparken gelecek yıl için yapmazsınız, 5 yıl, 10 yıl sonrasını da düşünmek zorundasınız. ‘Benim 10 yıl sonra ekonomim ne olacak’ diye düşünmelisiniz.
Böyle bir sürü palavralar, ‘2023’te şöyle olacağız, böyle olacağız’… Rakamlar öyle değil oysa. Bu tüketim ekonomisiyle, kötü ekonomiyle nereye kadar gideceğiz.
Türkiye’yi tüketerek yüzde 3-4 artıyoruz, belki gelecek yıl o da olmayacak.
Sizi 2023’e taşıyacak politikanın temelinde de ekonomi var. Ekonominizin durumu ortada. Ekonomiyle siyasetin birleştiği noktada gözümüzü daha iyi açmalıyız. Bu kadar zayıf bir ekonomiyle dünya siyaset arenasında sözünüzü geçiremezsiniz, size istediği şantajları yaparlar. Tıpkı, bugün olduğu gibi.
Bu tablo içerisinde geleceği nasıl görüyorsunuz?
Türkiye’nin kendisini toparlaması için sanayileşmesi lazım. Bakın yatırım yapılmıyor. İşsizlik rakamı şu kadar, bu kadar deniliyor. Büyük işsizlik var. Fakat, Türk halkı bu gibi durumlara dayanıklı.
Fabrika yok, yatırım yok, üretim yok. Ekonomi büyüyebilir mi? Türkiye’nin bugün yaptığı gibi yaparsanız ekonomik olarak ödeyemediğinizi siyasi olarak ödersiniz. Osmanlı İmparatorluğu’nda biz bunu yaşadık.
Sanayinizi himaye edeceksiniz, koruyacaksınız, geliştireceksiniz. Ekonomiyi geliştiremeyince dış politikanız politika olmaz. İçeride de huzur olmaz. Biz her sene 1 milyon insan üretiyoruz. Nasıl iş bulacaksınız bunlara? Demirel, hep o kavga ettiğimiz Demirel, “Tarımla gelişmiş bir ülke dünyada yok” diyor. Tarım olmalı tabi, ama portakal satarak gelişemezsiniz.
‘İstikrar Programları’nın başlamasından önce Türkiye’ye 4 tane çelik fabrikası kurduk. O tarihten bu yana ne yapıldı?
KİT’lerin satılması bitti şimdi de özel sektörün elindeki tesisler yabancılara satılmaya başladı. Türkiye fakirleşiyor farkında değil. Geliri arttığını sanıyor oysa.
Bizlere 3 ciltlik bir kaynak eser hediye ettiniz. Bu eseri tamamlamış olmak nasıl bir duygu?
Çatısı itibariyle bir ekonomiyi ve bir aile hayatını yan yana getirerek düşündüm. Bir tarihte himayeci, devletçi sisteminiz var ve ona göre insanlar var. Zamanla bu insanlar liberalleşiyor, aileler bu şekilde değişiyor. Hatta en inkılapçı, atılımcı olan insanların çocukları da değişiyor. Değişmeyenler de oluyor tabi. Tümüyle hikaye, bir masal sistemi içerisinde anlattım dönemleri. Daha kolay anlaşılması ve okunmasını istedim. Gördüklerimi, yaşadıklarımı ve izlenimlerimi yazdım.
Söyleşi: Şenol Çarık
USİAD Bildiren Dergisi 77. Sayında yayınlanan söyleşi
Derginin 77. sayısını okumak için tıklayınız
www.usiad.org.tr