Ekonomi ve Finans’ın küresel düzeyde hâl ve gidiş’ine yukarıdan topluca baktığımızda, şunu söyleyebilecek noktadayız: 2008’de patlak vermiş Büyük Kriz’de sona erişin, her şeyin ufak ufak da olsa yeniden yoluna girişin değil, tam tersine “İkinci Perde”nin eşiğindeyiz. Nitekim “kriz kâhini” olarak ün yapmış ekonomistlerden ABD’li ekonomist Nouriel Roubini daha 2015 Haziranında ilk alarmı vermişti.
Başta ABD Merkez Bankası (FED) olmak üzere önde gelen Merkez Bankaları, boylu boyunca krize batmış, büyümesi kesilmiş, hattâ yer yer küçülmüş ülke ekonomilerini “daralma”dan [resesyondan] çıkartmak üzere çare olarak bula bula yine “faiz politikası”na sarılmış bulunuyorlar. Yürürlükteki faiz politikası: bu kez, “paradan para kazanmayı” teşvik değil, tam tersine bunu caydırmayı amaçlıyor. Çünkü bu kez hedef bankalarda kuluçkaya yatan ve faizle tavuk gibi oturduk yerde para yumurtlamayı öngören parasal yatırımların artık harekete geçmesini ve sanayide yahut hizmet sektöründe yatırımlara dönmesini yâni reel ekonomide kredi olarak devreye girmesini sağlamak. Bu politikayı Rubini, çok haklı olarak, piyasalara bol miktarda likidite enjekte etmek olarak niteliyor ve bunun, aslında, bir çözüm değil piyasaya “zaman ayarlı bir bomba” yerleştirmek olduğuna dikkati çekiyor.
Haklı. Çünkü 2008’de finans düzleminde birikmiş “balonlar”ın patlamasıyla başlayan ve bir yılı bulmadan hızla reel ekonomi düzlemine yayılan “Büyük Finansal ve Ekonomik Kriz”in altında yatan temel yapısal sorunları çözmek, gidermek, aşmak yerine gerek Hükümetler, gerekse Merkez Bankaları günü kurtarmayı, çözümü hep geleceğe ertelemeyi tercih ettiler. Çünkü yapısal çözümün toplumsal ve siyasal bedeli çok ağır olacaktı. Demokratik seçimle gelen hiçbir iktidar bunu göze alamadığı gibi, özerk lakin esas olarak finansal odakların makro düzeyde vekili gibi davranan Merkez Bankaları da bu yönde fakat şerit değiştirerek her zamanki yollarında ilerlemekteler.
Roubini’nin alarm zili çaldığı geçen Hazirandan buyana dokuz ay geçti. Kriz görünüşte yatışmış gibi hâlinden yine, yeniden ağırlaşma belirtileri göstermeye başladı. O derecede ki bu kez Küresel Büyük Kriz’de bir “İkinci Perde” eşiği denebilecek bir sürece girmiş bulunuyoruz artık, 2016 yılıyla birlikte. Gerçekçi olarak şunu açıkça söylemek durumundayız: Kriz’e gerçek anlamda (yapısal) “çözüm”ler yâni Finans’ı değil reel Ekonomi’yi eksen alan çözümler yürürlüğe konmazsa (ki açıkçası bu şimdilik hayli zayıf bir olasılık) çok geçmeden Büyük Kriz’de “İkinci Perde”nin açılışını yaşayacağız. Henüz “eşikte”yiz.
İkinci Perde’nin Farkı
Bu perdenin öncekinden önemli farkını şöyle özetleyebiliriz:
Büyük Kriz’in 2008’de açılan İlk Perde’sinde kriz, esas olarak, dünyanın Batı ve Kuzey’indeki coğrafyasında kendini hissettiriyordu. Üstelik Doğu ve Güney yarım küredeki, esas olarak, İkinci ve Üçüncü Sanayi Devrimi düzlemlerindeki malların üretimine odaklanmış ülkeler, Kuzey ve Batı’daki ülkelere oranla piyasaya (başta Çin olmak üzere) çok daha düşük ve dolayısıyla yüksek rekabet gücü sağlayan fiyatlarla girişleriyle hem bu ürünlere olan gereksinimi karşılıyor, hem de ekonomiye görece bir hareket getiriyorlardı. Küresel düzeyde kendini hissettiren bu hareketlilik, en gelişmiş Kuzey ve Batı ülkelerinde sosyo-ekonomik düzeyde yaygın “geleneksel sanayi” şirketlerinde yeni, diri küresel rakiplerle boğuşmakta sorun yaratınca işten çıkartmalar, iflaslar, küçülmeler, görece büyüklerce yutulmalar gibi sonuçlar doğurunca ekonomide büyüme durmuş; bu, finans sisteminde de yapaylığın balonunu patlatmıştı. Çin, bu sayede 1990’dan 2015’e çeyrek yüzyılda Gayrı-safi Millî Hasıla’da, ABD’nin ardından dünya sıralamasında ikinciliğe geçmiş bulunuyor.
Bu kez durum farklı olacak. Çin yine sıralamadaki yerini koruyacaktır. Lakin son üç yıldır onun büyüme hızında kendini gösteren düşüş (yıllarca her yıl yüzde 11 veya 10’dan aşağı inmeyen büyüme hızının, şimdilerde yüzde 8 ve 7’ye kadar inmesi) en başta yine güney ve doğu yarımküresindeki ekonomileri olumsuz etkilemekte. Çünkü örnek olsun, güney Amerika ülkelerinden maden ithalatını azaltması bu ülkelerin gelirlerinde önemli bir düşüşe yol açıyor ki o da derhal domino etkisi yaparak hem kendilerinde, hem de dışarıda ekonomik ve finansal yeni sıkıntılar yaratıyor. Bu aynı zamanda Çin’e geri de tepiyor zira bu kez Çin’den ithalat düşüyor.
Öte yandan, Çin, ekonomik büyümesinin getirisini toplumun tümüne yaymaya / paylaştırmaya yönelince, emekçilerin aylıklarına zam gelince üretim maliyetleri artınca ihracat özellikle bazı mallarda çok düştü. Sonuçta Çin toplumunda yüksek servet sahibi bir kesim lüks tüketime yönelince Çin’in Merkez Bankası’ndaki döviz rezervleri hızla erimeye başladı. Buna eşleğen olarak Çin borsaları ağır kayıplar verdi. Çin Merkez Bankası’nın ihracatı eski yüksek düzeyinde tutmak ve görece azalan rekabet gücünü, ihracat gücünü yeniden eski düzeyine getirmek üzere Yuan’ın değerini düşürmesi de zaten çoğu hisse senedi, aslında, “balon” olan Şanghay Borsası’nın ağır darbe yemesine de ister istemez neden oldu.
Çin Yuan’ında “kontrollü” tutulmaya çalışılsa da, sonuçta, dışarıda etkisi hafife alınamayacak bir olumsuz etki yapan “devalüasyon”, hemen, dünyada “kur savaşları” paniğini tetikledi. Azerbaycan’dan Vietnam’a, Arjantin’e dek küresel düzeyde kendini göstermeye başlayan devalüasyonlar, haklı olarak, “yeni bir kur savaşı” mı geliyor kaygısı yarattı. Gerçi henüz “geldi” denebilecek bir aşamada değiliz; lakin geçti denebilecek bir durum da yok. Şimdilik gelebilir söylemi ağırlıkta lakin olasılık “geldi” demeye, “geçti”/“gelmez” demekten daha bir yakın mesafede!
Çin’in durumuna biraz daha yakından bakacak olursak kısaca şu saptamaları yapabiliriz: Çin, kendi içinde ve tamamen devletin üst ekonomik gözetimi altında “Dördüncü Sanayi Devrimi”ni eksen alan bir ekonomik yapıya geçmek kararlılığında. Mart ayı başında açıklanan ve “Internet Plus” adlı 13. Beş Yıllık Kalkınma Planı nerdeyse tamamen “ileri teknoloji”ye odaklı durumda. Demir-çelik, tekstil, hattâ otomotiv, vb. sanayi dalları artık Çin için de aynen ABD ve diğer gelişmiş ülkeler gibi ikinci, üçüncü sıraya kaymış kabul ediliyorlar. Artık Üç Boyutlu Yazıcı aracılığıyla üretim gündeme girecek. Çin’in bu yönde de -çok olağandışı bir olumsuz gelişme olmadıkça- beş, on yıl içinde hızla bu “Yeni Teknoloji Devrimi” hedefine erişmesi de beklenmelidir.
Ancak doğal olarak bu “devrimci” geçiş” süreci, Çin içinde ve Ekonomi düzleminde “eski sanayi ve teknoloji”nin dayandığı çok geniş sosyo-ekonomik yapıda kaçınılmaz olarak sarsıntı yaratıyor ve bunun Finans üzerinde de yan etkileri oluşuyor. Doğal olarak, bu, Çin üzerinden küresel düzeyde şimdilik çok şiddetli olmasa da hafife de alınmayacak derecede artçı sarsıntılar da tetikliyor. Çin’n Şanghay ve Şenzen Borsaları’ndan sonra başta Asya olmak üzere pek çok ülkede borsalarda ciddi düşüşler meydana gelmesi boşuna değil.
Bununla birlikte, milyarder yatırımcı George Soros’un da belirttiği üzere, Çin bu geçiş ve bir üst sanayi, teknoloji aşamasına sıçramayı dengeli bir biçimde yönetip yönlendirebilir. Çin’in 3 trilyon dolarlık döviz rezervi her ne kadar son haftalarda bir düşüş eğilimi içinde ise de ona bu “geçiş ve dönüşüm” sürecinde destek olacak bir güç oluşturuyor. Elbette Çin de bir “kriz” yaşayacak lakin bu Batı’daki kadar “yıkıcı” olur mu orası şimdilik meçhul. Nasıl şekilleneceğini, iç ve dış bir dizi etken o zaman, o süreç başladığında, “İkince Perde” sahne aldığında görülecek.
“İkinci Perde”de Sahne Tüm Dünya!
Çin’in bu “geçiş ve dönüşüm” sürecinden asıl olumsuz olarak etkilenecek olan ülkeler ise kaçınılmaz olarak Batı Kuzey yarımkürenin büyüyememe krizi çeken ülkeleri olacak. Çünkü Büyük Kriz’in koşulları, yükü küresel düzeyde yine, yeniden daha da ağırlaşacak. Elbette Finans’ta Merkez Bankalarının yine işin kolayına kaçma ve piyasayı yine likit paraya boğma seçimi ile diğer bankaların tüketiciyi yine kredilerle borçlandırma taktikleri, aslında, Büyük Kriz’in “ikinci perdesi”nin sahnelenmesinin senaryosunu yazmak oluyor.
Yanız bu “ikinci perde” ilkinden her bakımdan çok daha ağır geçecek, ondan hiç kuşkunuz olmasın. Bir kere, Büyük Kriz’i yaratan hataların özünde yeniden yapılması, mevcut verilerde sonucu anca daha ağırlaştırır. Ekonomi ile Finans’ın karşılıklı ilişkisi “ekonomik akıl” ekseninde ve Ekonomi’nin “akılcı” yönetim ve yönlendirişinde olmadığı sürece; onun yerine yine Finans’ın akıl yerine “kurnazlık” numaralarıyla donanmış güdümü sürdükçe (ki gidiş o gidiş) sonuç yeni bir hüsran, yine bir çöküş olur. Çünkü (Ekonomik) Akıl er / geç ama her zaman Kurnazlık’a üstün gelir. Çünkü Ekonomik Akıl, “Gerçeğe” ve Finansal Kurnazlık” “Hayale” / “kandırmacaya” dayanır.
Elbette bu durumda iş, en son çözümlemede, Tarihin “Maddesi” Ekonomi ile İnsanın “İradesi” Politika arasındaki ilişkinin nasıl olduğuna dayanır. Özünde Ekonomi ile Politik ve Ekonomi ile Finans arasındaki ilişkiler de bu, işaret ettiğimiz “Madde ile İrade” arasındaki ilişkide Söz’ün, Komuta’nın kimde olduğuna dayanır.
Güncel tabloya bu gözle bakınca da, ne yazık ki, şimdilik iyimser olabileceğimiz bir durum yok. Tersine! Bu kez 2008’deki derecesini birkaça katlayan bir jeo-politik sıcak” çekişme ve çatışma devrede –en başta da ABD ile Rusya arasında. (Analizi başlı başına ayrı bir yazı konusu olacak kadar derin ve karmaşık.)
Bu gidişe bakınca, Ocak 2016’da OECD’nin “Danışma Komitesi Başkanı William White’ın “Durum 2007’den kötü. Ekonomik durgunlukla savaşacak cephanemiz yok. Avrupa bankaları yine krize girecek” uyarısı bugün daha bir anlam ve aciliyet kazanıyor. Düşünün ki koskoca Deutsche Bank 2015 yılını 7.3 milyar dolar zararla kapattığını; otuz beş bin çalışanının işine son vereceğini ve on ülkede şubelerini kapatacağını resmen açıkladı. Dahası Avrupa’da küçüklü / büyüklü yüzlerce banka da benzeri durumda.
Uzatmayalım; sonuç olarak, 2016 yılının Mart başında Küresel Ekonomi ve Finans’ta “hâl ve gidiş” yukarıda kısaca saydığımız nedenlerle hiç mi hiç iç açıcı değil! “Büyük Kriz”de İkinci Perde’nin açılışına, artık takvim vermeyeceğim fakat açılacağından eminim ve bu kez sahne tam anlamıyla küresel olacak. Tüm Dünya!
Nazım Güvenç
USİAD Bildiren 94. Sayı